Tuesday, May 16, 2006

PARTİ MESELESİ

– Genel Bakış –

Sınıf mücadelesinde Marks ve Engels’in izlediği yola bakarsak, yukarıda felsefî açıklamasına giriştiğimiz örgütlenme meselesine, daha fazla berraklık kazandırabiliriz.
Marks ve Engels, ihtilâlci proletarya mücadelesinin ilk şekillenmelerini yaratırken, Fransız 1789 İhtilâlini, Babeuf’ün ve Blanqui’nin gizli örgütlenmelerini ve İngiltere’deki Chartism hareketini incelediler. Marks ve Engels, 1840 yıllarından beri sürdürdükleri çalışmalarının sonucunu ilk defa, 1845’de, yeni Hegel’cilerin örgütü olan, “Doğrular Birliği”nde uygulamaya giriştiler. “Doğrular Birliği”nde sürdürdükleri ihtilâlci propaganda ve ajitasyona, şu düşünceleri temel alıyorlardı: Sosyalizm ütopyacı değil, aksine bilimsel bir ideolojidir. Amaç, komünizme ulaşmaktır. Komünizme ulaşabilmek için ise, siyasî iktidarı zor yoluyla ele geçirip, ekonomik ve sosyal devrimleri gerçekleştirmek gerekir. Bütün bunların yerine getirilmesi de, proletaryanın, burjuvaziden bağımsız bir siyasî parti olarak örgütlenmesi şartına bağlıdır. Bu düşüncelerin değer kazanıp yaygınlaşmasından sonra, Marks ve Engels, 1847 yılında, “Komünistler Birliği’nin kurulmasına önderlik etmek şerefine eriştiler. Bu siyasî birlik kendisine, burjuvazinin devrilmesini, proletaryanın hâkim siyasî iktidar haline gelebilmesini, sınıf hakimiyeti üzerine kurulmuş eski toplumun tamamen ortadan kaldırılmasını ve sınıfsız topluma, sosyal mülkiyetten başka mülkiyet tanımayan topluma geçmeyi amaç edinmişti.
1848 savaşlarında, proletaryanın bağımsız sınıf siyasetlerini yürüttükleri bu Birlik, gizliliğinin deşifre olması yüzünden, 1850 yılında açılan Kolonya Komünistleri Davası sonunda ortadan kaldırıldı. Bu Birliğin tarihî önemini gözönünde tutarak, kuruluş kongresinde alınan kararları (28) anmadan geçemeyeceğiz.
“1. Birlik’in amacı burjuvazinin devrilmesi; proletaryanın egemen sınıf katına yükseltilmesi; sınıf egemenliği üstünde eski toplumun ortadan kaldırılması ve yeni bir sınıfsız, özel mülkiyetsiz toplum kurulmasıdır.
“2. Birlikten olabilmek için zorunlu sayılan şartlar şunlardır:
a) Birlik’in amacına uygun bir yaşama biçimi ve çalışma;
b) Propagandada, gerekli enerji ve gayret;
c) Komünizmin ilkelerine katılmak;
d) Politik ya da ulusal hiç bir anti-komünist derneğe katılmamak;
e) Birlik’in kararlarına uymak;
f) Birliği ilgilendiren bütün işlerde sıkı ağızlı olmak;
g) Birlik’in kollarına oybirliği ile kabul edilmek
“3. Birlik’in bütün üyeleri birbirini kardeş saymalı ve gerektiğinde birbirlerine yardım ve kolaylık göstermelidirler.”
1850 yılında Marks ve Engels’in yazdıkları “Merkez Komitesinin Komünistler Birliğine Hitabı” (29) başlıklı bildiride, parti anlayışlarını şu şekilde ortaya koyuyorlar:
“İşçiler, özellikle de Birlik, burjuva demokratlara alkış tutan koro olmaya yine rıza göstereceklerine, resmî demokratların yanısıra işçilerin partisinin bağımsız, gizli ve genel bir örgütünü kurmaya gayret etmeli, bu örgütün her bir kesimini ve proletaryanın tutum ve çıkarlarının burjuva etkilerinden bağımsız olarak tartışılacağı işçi birliklerinin merkezi ve çekirdeği yapmalıdırlar.”
Aynı bildiriden devam edelim:
“Yeni hükümetler durumlarını belli bir ölçüde sağlama bağlar bağlamaz, işçilerle mücadeleleri başlayacaktır. Bu mücadelede demokratik küçük burjuvalara karşı gayretli bir muhalefeti yürütebilmek için herşeyden önce işçilerin bağımsız olarak birliklerde örgütlenip merkezileşmeleri gerekir. Mevcut hükümetlerin devrilmesinden sonra Merkez komitesi, mümkün olan en kısa zamanda Almanya’ya gelecek, derhal bir kongre toplayacak ve işçi birliklerinin hareketin merkezinde kurulan bir önderlik altında bir araya getirilmesi için gerekli önerileri kongreye sunacaktır.”
Marks ve Engels, “Komünist parti Manifestosu” (30)’nun “Proleterler ve Komünistler” başlığını taşıyan II.Bölümü’nde, şu görüşlere yer vermişlerdir:
“Onun için Komünistler hem, pratikte, her ülkenin işçi sınıfı partilerinin en ileri ve kararlı kesimi, bütün diğerlerinin başını çeken kesimidirler; hem de, teoride proletaryanın büyük çoğunluğu karşısında, proletarya hareketinin izlediği çizgiyi, hareketin koşullarını ve en sonunda varacağı genel sonuçları açıkça anlamalarından ileri gelen bir üstünlükleri vardır”.
Marksizm’in sınıf mücadelesinde partiye ve onun yaratıcıları olan komünistlere, yani sosyal plânda, sosyal ihtilâlin önderi olan proletaryanın “öncü”süne verdiği önem ortadadır. Komünistlerin toplumun en bilinçli kesimini oluşturduğu, Marks ve Engels tarafından en açık bir biçimde ifade edilmektedir. Proletaryanın partisinin teşkilinde, proleterlere, “özellikle de Birliğe” görev verildiği söylenirken, “öncü”ye verilen önem çok açık değil midir? “İşçi birliklerinin, hareketin merkezinde kurulan bir önderlik altında bir araya getirilmesi” cümlesi de, Lenin’in siyasî örgütlenme tarzının, Marksizm’in ta kendisi olduğu konusunda şüpheye kapılanların şüphelerini darmadağınık etmiş olmalıdır. Fakat oportünizm, Marksizm’in böyle hayatî önemi olan düşüncelerini hep görmezlikten gelir. Bir defa bile sözünü etmez. Oturur, Marksizm’i yeniden kaleme alır. Marksizm’in reddini, Lenin ve Stalin gibi, Marksizm’in en gerçek izleyicilerini hiçleyerek yerine getirmeye çalışır.
Marks ve Engels, proletarya hareketinin merkezî bir disiplin altına sokulması uğruna, büyük çabalar harcamışlardır. 1864 ile 1876 yılları arasında, Birinci Enternasyonal’ı kurmuş ve yaşatmışlardır. Bu örgütlenme içerisindeki mücadeleleri, paris proletaryasına, 1871’de Komün’ü kurmasında, değerli tecrübeler sağlamıştır.
Daha sonraları her ikisi de, ölümlerine kadar Alman Sosyal Demokrat Partisi içerisinde, proletaryanın ihtilâlci partisini yaratmanın mücadelesini vermişlerdir. Proletaryanın siyasî örgütlenmesinin pratiğini sürdürürken, bu iki komünist fliozof, siyasî örgütlenmenin teorisine dair, çok önemli bilgiler bırakmışlardır. “Komünist Parti Manifestosu”, “Gotha Programının Eleştirisi” ve “Erfurt Programının Eleştirisi” adlı broşürler, bu konudaki mektuplar, kongre kararları, Birlik tüzük ve programları, Parti tüzük ve programları, bildiriler, bunlar arasında sayılırlar.
Yirminci yüzyılın başında, proletarya hareketinin içerisinde yer bulan sapma, burjuvazinin gözdesi, revizyonist oportünizm oldu. Bunlarla hesaplaşmak, Lenin’e düştü. Lenin ve daha sonra da Stalin, Marksizm’in temel prensiplerini kendilerine rehber yaparak, proletarya üzerinde nüfuz kurmaya kalkışan bütün akımlarla mücadeleye giriştiler. 1917 İhtilâlinin, ilk “proletarya diktatoryası”nı kurmasından başka bir önemi de, Marksizm-Leninizm’in, bütün burjuva görüşlerinin hakkından gelmesi oldu. Lenin, Bernstein’a, Kautsky’ye, benzerlerine ve izleyicilerine karşı, enternasyonal plânda mücadele etti. Onların, “sosyal reformcu” karakterlerini, esaslı bir şekilde teşhir etti. Proletarya ideolojisini, burjuvazinin her türlü ideolojisine karşı, muzaffer kıldı.


– – Türkiye’de Proletarya Mücadelesi –

Türkiye’de porletarya partisinin teşkili konusunda, sabitleşmiş görüşleri olan, siyasî gruplar vardır. Bunlar, gerek siyasî anlayışları, gerekse de örgütlenme tarzları ile, sınıf mücadelesinin savaşa kadar ulaşacak olan siyasî gelişmesini tasarlayamayanlardır. Küçük ve orta burjuva aydınlarının sosyal eşitsizliği fark edip feveran göstermeleri ile ortaya çıkan bu hareketler, insancıllığın ve iyilikseverliğin verdiği bir atılımla siyaset sahnesinde boy gösterirler. Gerçekte, hem insanlığın tarihî gelişmesini kavramaktan uzaktırlar; hem de bundan dolayıdır ki, sınıf mücadeleleri sert çatışmalara döndüğünde, tutucu ve gericidirler.
Proletaryanın, sadakatı tanımamış küçük burjuva ve burjuva aydını geçici dostları; onu, bütün mücadele tarihi içerisinde ulaştığı en yüksek noktada yalnız bırakmışlardır. Yalnız bırakmayla da kalmayıp, aynı zamanda, ona yol gösteren bilimsel teoriye, düşmanlıkla saldırıya da geçmişlerdir.
1970-1971 mücadele yıllarından sonra, Marksizm-Leninizm’in sıkıca gözden geçirilmeye başlandığı ve eleştiriye tabi tutulduğu görülmüştür. Sınıf mücadelesinin karmaşık yapısını kavrayamamış, sadece kafasının içinde düşünmeye alışmış, sayısı oldukça kalabalık bir teorisyenler takımı, bu işi birbirleriyle yarışarak yapmışlardır.
Bu eleştirilerin sonucunda, proletarya hareketi içerisinde, Marksizm-Leninizm’in tarihî düşmanı revizyonist oportünizm ile, solculuk, halkçılık, Troçkizm ve benzer düşmanları da boy göstermişlerdir.
Komünistler, kendiliğinden bir harekete, 15-16 Haziran 1970 devrimci proletarya hareketine selâm durmalıdırlar. Aynı şekilde komünistler, 1970-1971 devrimci gençlik hareketine de sahip çıkmak sorumluluğunu duymalıdırlar. Ve daha o yıllarda, bunu ispatlamış olmalıdırlar.
15-16 Haziran hareketi, proleter yığınların kendiliğinden bir hareketidir ki, sönmeye mahkûmdur ve sönmüştür. Ardından gelen isyan, devrimci gençlik gruplarının isyanı şeklindedir ve yenilmeye mahkûmdur. Yenilmiştir. Birincisi, kendisine öncülük edecek bir partiden; ikincisi ise, bu partiyle birlikte, bizzat proletaryanın kendisinden mahrumdur. Fakat, Türkiye tarihinde hakim sınıflara karşı bu kadar kesin iki tavır, bu hareketlerle ilk defa ortaya çıkmış oldu. Önemlidir, değerlidir, sayısız devrimci derslerle, deneylerle doludur ve Türkiye’nin bütün sınıf mücadelesi tarihi göz önüne alındığında, içerisinde taşıdığı yiğitlik ve fedakârlık, saygı değerdir.
1970,1971 dönemi içerisinde geçen hareketlerden sora, revizyonist oportünizmi, iradeyi, yani burada, sosyalist bilinci reddeden bir hava içinde görmekteyiz. İşçi dalkavukluğuna varan bu hava, kendiliğinden gelme hareketin karşısında elpençe divan durmaya kadar gitti. Onun ekonomik grev ve direnişleri o kadar abartıldı ki, sendikalar artık bu tip kimselerin, içine besmele ile girdikleri tapınaklar haline geldi. Proletaryanın siyasî mücadelesi hatırlandığında ise, sendikalar içerisinden partiler çıkarılmaya gayret gösterildi. Kısa bir dönem, lâf canbazlığı kadar bile değeri olmayan bir teori kargaşalığı ortalığı sardı. Ekonomik analizler, başlı başına bir iş haline getirildi. Marksist-Leninist bir parti teorisinin araştırılması meselesine gelinince, üstü az ya da çok kapalı birtakım gevezeliklerle; Marksizm-Leninizm’in parti anlayışı, proletaryanın bilimsel sınıf mücadelesi ile birlikte inkâr edilerek, gözlerden uzak tutulmaya çalışıldı. En nihayet, enternasyonal revizyonizmin bütün görüntülerinin yansımaları, Türkiye’de görünmeye başladı. Bir yanda, legal parti tipiyle ve burjuvazi tarafından onaylanmış programlarıyla, revizyonizmin hâmisi Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin yörüngesinde olanlar bulunuyordu. Gene biraz farklı olarak, aynı revizyonist bünye içerisinde olan Avrupa Komünizmi’nin izinden gidenler de vardı. Öte yanda, örgüt tipi sözde illegal, dernek çalışmalarının temel alındığı, legal dergiler çevresinde toplanılan ve Çu-En-Lay Çin’i modeli, milliyetçiliği ağır, sözde Marksist-Leninist’ler bulunuyordu. Gerçekte bütün bu tipler, Marksizm-Leninizm’i suratlarına maske olarak geçirip, niyetlerini gizlemekten başka bir şey yapmamaktadırlar.
Parti meselesinin önemi, proletarya için, bütün ciddiyetiyle ele alınmak zorndadır. Şüphesiz ki, bugüne kadar en gelişkin parti örneğini, Bolşevik Partisi olarak görmekteyiz. O, incelememizin başlıca konusunu teşkil eder. Çünkü, bu partiye temel olmuş şeyler, bütün proletarya partilerinin temeli olabilecek şeylerdir. Bunun dışında, çeşitli başka partilerden de, yeni şeyler öğreneceğimiz tabiîdir. Fakat esas olarak biz, kendi şartlarımızın partisini yaratacağız. Toplumumuzun analizini bilinçli bir şekilde yaparak, sosyal mücadeledeki değerlendirmemize uygun bir biçimde, sınıf mücadelesinin kanunlarını temel alıp, proletaryanın partisini yaratacağız.
Bu öyle bir partidir ki, bir yandan proletaryanın bilimsel sosyalist mücadelesi kadar eski; bir yandan da, bu zamanda ve bu mekânda, Marksizm-Leninizm’in bir örneğini göstermesinden dolayı yepyenidir.
Bu parti, Türkiye’de proletarya mücadelesinin bütününe sahip çıkması açısından, proletaryanın bütün mücadele tarihi kadar eski ve fakat, Marksizm-Leninizm’in, yani bilimsel sosyalizmin ilk örneğini göstermesi bakımınan yepyenidir.
Bugün Türkiye’de durum, proletaryanın ihtilâlci bir partinin hasretini duyduğu bir ortam içerisindedir. Proletaryanın sayısı çok az da olsa, bilinçli unsurlarının isteği ve ihtiyacı budur! Bütün şartlar, bu isteğin proletaryanın gerçek ve haklı isteği olduğunu açığa çıkartmaktadır. Bilinçli proletarya, burjuvazi ile sınıf mücadelesinin, kendisini “zorunlu olarak proletarya diktatoryasına götüreceğini” ve bu diktatoryanın da; sınıfların kaldırılmasının ve sınıfsız toplumun kurulmasının bir aleti olduğunu idrak etmiş durumdadır. Şimdi komünistler, amacı bu olan partinin yaratılması için çalışmalıdırlar. Partilerini, içinde bulundukları şartlara göre biçimlendirmek zorunda olduklarını görebilmelidirler. Toplumun topyekûn kurtuluşunu sağlamasında yol gösterici, örgütleyici ve sevk edici parti, ihtilâlci unsurların kafalarında biçimlenmeye başladıkça, onun bir teoriye olan ihtiyacı da ortaya çıkmaktadır.
Bu parti teorisinin yaratılmasını belirleyecek olan şey, her şeyden önce, içinde bulunduğumuz toplumun sağlam bir analizine dayanır. Bu analizin doğru bir biçimde yapılması, bize proletaryanın partisini belirlemekte, Marksizm-Leninizm’in temel prensipleri ile birlikte, en büyük yardımcı olur. Burada, Türkiye’nin tahlilinde ulaşılmış sentezleri göstererek, kısa bir açıklamaya girişeceğiz.
Amaç, komünizmin ilk safhası olan, sosyalizmi kurmaktır.
Sömürenler ve sömürülenler olarak ele aldığımızda, emperyalizmi ona bağlı olarak gelişmekte olan kapitalizmi ve en gerici sistem olan toprak ağalığını, ihtilâle karşı saflarda, ihtilâlin düşmanları olarak görmemiz ve göstermemiz gerekir. Öte yandan, başta proletarya olmak üzere, yoksul köylülük ve ezilen sömürülen öteki yığınları da, ihtilâlci saflarda, hedefe doğru yürüyen sosyal güçler oarak görmemiz ve göstermemiz gerekir. Bu durumda hareket bir bütün olarak; anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-feodal bir mahiyet göstermektedir.
Proletarya ihtilâlinin görevi ise, sosyalizme geçişi sağlayacak olan rejimi kurabilmektir. Bunun için:
1. Yürürlükte olan mevcut sömürücü rejimi, toptan ortadan kaldıracaktır.
2. Kuracağı yeni rejim, sosyalist diktatörlüğün henüz ilk safhası olan, proletaryanın önderliğinde ve onun komünist partisi öncülüğünde, yoksul köylülükle birlikte yürüttüğü, bir demokratik diktatorya olacaktır. Bu rejim, şartların elverdiği en kısa zamanda, kendisi ile uzlaşmaz çelişkiler göstermeyen, proletarya diktatoryasına yerini bırakacaktır.
Zorunlu bir sonuç olan ihtilâlin, proletaryaya ve onun öncüsü partiye yüklediği sorumluluk, daha ilk andan, bir sosyal ayaklanmayı­ yönetmeye aday olması bakımından önem kazanır. Tarihî tecrübelerden öğrenmiş bulunduğu halk savaşları, kendisine emperyalizmle mücadelenin ciddiyetini kavratabilmiştir. Fakat, değişen şartlarda, proletaryanın gelişkin bir sınıf olarak ortaya çıktığı şartlarda, mücadelenin değişik biçimleri hakkında, enternasyonal anlamda da yeni olan mücadeleler keşfedecektir. Yığınları proletarya önderliğinde, çeşitli savaş biçimlerine uygun bir ayaklanmaya göre örgütleyecek olan bir parti hareketinin kendisine seçeceği metod; daha bugünden, yarının bir kopyası olarak uygulanmaya başlanacaktır.
Proletarya, ihtilâlci bir metoda sahiptir. Şartlarına uygun düşen bir ayaklanmayı hazırlarken, ekonomik, demokratik ve ideolojik mücadeleye gerekli önemi verecek ve gündelik mücadeleler içerisinde; iktidarı ele geçirmek üzere, siyasetini savaşa kadar yükseltecektir.


– – Türkiye’de Rejimin Siyasî Yapısı –

Bugün, “kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm” hüküm sürmektedir. Bu demektir ki, kapitalist sömürme mekanizması, yoğun bir sömürme eylemi içerisindedir. Zor ve şiddet, burjuva devletlerinin temel dayanakları halindedir. Ordu, polis ve bürokrasi, amansız bir sömürüyü gerçekleştirmek üzere, devamlı faaliyet içerisindedirler. Bugün devletin en gerçek anlamı ile karşı karşıyayız. Hergün daha da güçlenmezse, yıkılıp gidecek olan bir devlet ile karşı karşıyayız. Burjuvazi elbette ki, her gün yeniden ve daha genişletilmiş bir üretimi gerçekleştirebilmek için, azamî derecede sömürmeye çalışacaktır. Hem de durup da “kendi mezar kazıcısını” bizzat yarattığını bile düşünmeye fırsat bulamadan. İşte bunun içindir ki, burjuva devlet, geliştirilmek ve yenileştirilmek zorundadır. Bu durumda devlet mekanizması, her zaman gözden geçirilip bir çok parçalar değiştirilir, bir çok yeni parçalar da eklenilir.
Şu anda Türkiye’de, ordu, polis ve bürokrasi; baskı olarak, devletin bütün öteki kurumlarına hakim durumdadırlar. Artık temsil kurumlarının, burjuva demokrasisi için geçerli olabileceği aktif durum ortadan silinmeye yüz tutmuştur. Burjuvazinin onur kaynağı parlamentonun, beş paralık değeri kalmış değildir. Hatırlayacağımız gibi, 1971 de, faşist askerî darbe dönemlerinde, emperyalizme bağımlı burjuva devletinin generalleri, Meclis karar salonlarında, gayri-resmî denetçiler olarak baş köşelere yerleşmişlerdi. Devlet yönetiminin ipleri, burjuvazinin siyasî menajerleri ile teknokratların ellerine verilmişti. Sıkı yönetim gibi tam tarafgir yönetimlerle, aynı ölçüde tarafgir mahkemeler kurulmuştur. Terör, kan ve zulüm, burjuva demokrasininin sembolü haline gelmiştir. Yoksul halk yığınlarının demokrasiye olan hasreti arttıkça ve bu yolda mücadeleye giriştikçe, emperyalizme bağımlı burjuva devlet, daha da gericileşmekte ve giderek, demokrasinin son kalıntılarına da var gücüyle saldırmaya devam etmektedir. Jandarma ve polis, bölgeler çapında merkezileşmekte, dolayısıyla da, baskı unsuru olarak güçlendirilmektedir. Sık sık başvurulan “sıkı” ve “olağanüstü” yönetimlerde, ekonomik ve sosyal organizasyon, esas olarak terör kurumlarının ellerine geçmektedir.
Ordu, polis, mahkemeler ve cezaevleri, şimdi neredeyse tam hükümrandırlar. Türkiye’de, yarım yüzyıldan fazla geçmişe sahip burjuva rejiminin sonu gelmek üzeredir. Türkiye’nin emperyalizme bağımlı kapitalist gelişmesi, tarihî istikrarsızlığının kendisini getirdiği ölüm noktasına varmak üzeredir. Bu rejim, bugün artık faşizmin yüksek aşamalarına doğru hızla yola koyulmuştur. Gericidir, gaddardır, insanlıkla hiç bir ilişkisi kalmamıştır. Bugün, faşizmden geriye doğru bir dönüş söz konusu değildir. Nasıl ki genel gelişmesi içerisinde, kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür; bu aynı zamanda, kapitalizmin siyasî bakımdan, had safhada gericileşmesi demektir.
Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm” (31) adlı eserinin, “Emperyalizm Kapitalizmin Özel Bir Safhası” bölümünde, Kautsky’nin emperyalizmi siyasî tarifinin, “Emperyalizm, ilhaklar peşinde koşar.” şekliyle “çok eksik” olduğunu belirterek, şöyle der:
“Çünkü emperyalizm, genel olarak şiddete ve gericiliğe başvurma eğilimidir.”
Tekelcileşen ve sistem içerisinde tekelciliğin kanunlarını yürüten kapitalizm, emperyalist bir hüviyete büründükten beri, gelişmenin her alanında gericileşir. Lenin, yukarıda adı geçen eserinin “Sermaye İhracı” (32) başlığını taşıyan bölümünde de şu düşünceye yer verir:
“Malî sermaye tekeller çağını yaratmış bulunuyor ve tekeller her yere tekelci ilkeleri sokuyorlar.”
Emperyalizm, sömürdüğü ülkelere sermaye ihraç ederken, oralarda kendi siyasî yapısını belirleyen tekelci kapitalist devlet veya malî oligarşinin hayat unsurları olabilecek, sürekli denetim altında tuttuğu devlet modellerini de yaratır. Bu, mevcut durumuyla Türkiye’de emperyalizme bağımlı kapitalist devlet şeklinde görülmektedir.
Türkiye’de kapitalizmin gelişimini, emperyalizmin doğuşu tarihi olarak ele almak ve emperyalizm tarafından sömürülen ülkelerin gelişim tarihi içerisinde değerlendirmek doğru olur. Böyle ülkelerde kapitalist devlet, doğduğu andan itibaren, faşist temayülleri olan ve kısa zamanda bu temayüllerini gerçeğe çeviren bir devlettir. Esas olarak o, kapitalizmin gerici bir aşaması olan emperyalizm döneminde doğmuş olmasından dolayı, burjuvazinin tarihî ilericiliğini hiç bir zaman yaşayamadan ölmek bahtsızlığı içerisindedir. Bu yüzden de, emperyalist sistemin bir parçası olarak Türkiye’de devlet, iflâh olmaz derecede gericidir. Üretim güçlerini geliştirmedeki yeteneksizliği, bütün olarak her zaman emperyalizmin vesayetinde olmak mecburiyeti ve artık millî olabilmek imkânlarının bulunmayışı, bu devleti yaşamak pahasına zorba, gaddar ve alçak kılmaktadır. Her türlü ilerici gelişmenin hem enternasyonal, hem de millî sınırlar içerisinde karşısındadır. Hele ki devrimci gelişmelerin en candan düşmanıdır.
Türkiye’de gelişme gösteren emperyalizme bağımlı kapitalizm, gerek üretici güçlerin serbestçe gelişmesini sağlayamaması, gerekse de şahsiyetsiz, korkak ve güvensiz olmasından dolayı, kendinden önceki üretim ilişkilerini tasfiye edebilmiş değildir. Ve hâlâ bu toprak ağalarını, kendisine siyasî ittifakçı olarak seçebilmektedir. Şüphesiz ki, üretim ilişkilerinin hakimi ve belirleyicisi, emperyalizme bağımlı kapitalizmdir. Bu kapitalizm, serbest rekabet döneminin sona erdiği ve tekellerin malî sermaye ve malî oligarşi haline gelip; üretim mekanizmasına tam hakim olduğu, emeğin enternasyonal sömürüsünün gerçekleştiği bir dönemin ürünüdür. Bu yüzden de bu kapitalizm, emperyalizmin ekonomik siyaseti doğrultusunda yaşamak zorunda bırakılmıştır. Devletini de gene, emperyalizmin siyasî yapısına uydurmuştur.
Her türlü araç ve gereciyle ve disiplin tarzları ile, emperyalizme bağımlı bir ordu bulunmaktadır. Emperyalizme bağımlılığı ölçüsünde, bu ordu güçlü ve militarist karakterlidir. Yani bu ordu, NATO’nun emrinde iken, önemli bir ordudur. Anti-komünist ve militarist niteliğiyle, esas olarak bir saldırı ordusudur. Emperyalizmin esiri bu ordu, komşu halklara saldırmakta tereddüt etmeyecek kadar; kendi halkını bile süngüden geçirecek kadar, gözü dönmüş bir ordudur. NATO içerisinde, emperyalizme esir olacağına dair yeminler etmiş bu ordu profesyonel general ve yüksek rütbeli subaylar tarafından yönetilmektedir. İçeride, başta proletarya olmak üzere, yoksul halkın düşmanıdır. Her bir yanıyla gayri-millî olan bu ordu, azınlık durumuna düşürülmüş veya hiç var sayılmamış milliyetlere karşı – özellikle Kürt’ler – zalimdir. Bu özellikleriyle de bu ordu, emperyalizme bağımlı burjuva hükümetlerin emri altında, burjuva sınıfının ordusudur. Türk Ordusu, NATO içerisinde bulunmakla, ABD emperyalistlerinin ve onun ordusunun da tam kontrolu altında bulunmaktadır. Kore’ye ABD’nin buyruğu ile, emperyalist işgal ordularının emri altında savaşmak üzere asker sevketmeleri, bunun çok iyi örneklerinden birisidir. Gene bu Türk Ordusunun, Türk devleti ile birlikte, emperyalizme nasıl teslim olduğunun çok açık delillerinden birisi de, ABD emperyalistlerinin ülke içerisinde, birçok nükleer üs’e sahip olmaları olarak gösterilebilir.
Parlamento, hemen sadece emperyalizme bağımlı sömürücü sınıfların temsilcileri ile doldurulmuştur. Anti-emperyalist, demokrat nitelikte parlamento üyelerinin sayısı birkaçı geçmez. Fakat, 600 kişilik bu parlamentoda, bir tek sosyalist temsilci bile yoktur. Aslında, yasama görevi ile yükümlü parlamento, işleyişi itibarıyla, yürütme görevi ile yükümlü hükümetin güdümündedir. Burjuva liberal anlayışının bir ürünü olarak parlamento, kendisini demokrasinin bir kanıtı olarak muhafaza etmekte ve dört yılda bir yapılan sözde halk seçimleriyle, halkın gözlerini boyamaktadır.
Belki sınıf olarak sadece burjuvazi olsa idi, parlamento kendi meselelerine çözüm getirebilmek yolunda, iyi bir forum olabilirdi. Fakat demokrasi, sınıflı toplumun bir kurumudur. Ve elbette ki, proletarya ve yoksul yığınların bulunduğu bir toplumda, parlamentoda sadece burjuvaların ve toprak ağaları gibi gerici unsurların bulunması, parlamentoya gayrı-ciddî bir görünüm kazandırmaktadır. Aynı zamanda da, gelişmenin karşısındaki her türlü kanun koyucusu sıfatıyla, faşist niteliğini saklı tutarak.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ordusu, polisi, parlamentosu, hükümetleri, mahkemeleri, cezaevleri ve bu mekanizmayı çalıştıran bürokrasisi ile; yoksul halkın zaten zor olan hayat şartlarının bir kat daha zorlaşmasının bir ifadesidir. Bu devlet, son derecede pahalı bir devlet olup, yoksul halkın sırtından geçinmekte ve onu sömürmektedir.
Bu devlette hukuk, sömüren ve sömürülenin ilişkilerini, sömüren sınıfın çıkarına göre düzenleyen; özel mülkiyet esasından hareket ederek, her bir şeyi birey açısından değerlendiren, kalp, bağnaz ve dolayısıyla had safhada gerici bir mantığa sahiptir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tam mânâsıyla bir devlet, bir zor ve şiddet devletidir. Tam mânâsıyla “hakim sömürücü sınıfların bir baskı aracıdır.” Sosyal hayatta, daha üretim ilişkilerinden başlayarak, tam bir anarşi hüküm sürmekte ve devlet, bunun karşısında bütün gücüne rağmen aciz kalmaktadır.
Görülüyor ki, proletaryanın ve yoksul yığınların bir tek kurtuluş yolu vardır. Bu da, hedef olarak bu faşist devleti görmek ve onu yıkarak, yerine yeni bir devleti, proletarya ve yoksul köylülerin devletini kurmaktır.


– – Mekanizma Nasıl Kurulmalıdır? –

Açıkça diyebilmeliyiz ki, partimizin temeli, azamî programımıza uygun bir biçimde atılmalıdır. Bize bunu, tespit ettiğimiz amacımız, hedefimiz ve metodumuz sağlayabilir. Bu aynı zamanda bize, partimizin bütün programını tespitte de, esaslı bir kaynak teşkil eder. Bugün sınıf çelişkilerinin ulaştığı nokta, toplumumuzda kimi zaman gizli, kimi zamanlarda da açık bir şekilde yürüyen bir savaşın bir çok görüntüsünü sunmaktadır. Çağın bütün bunalımlarını üzerinde hisseden Türkiye Cumhuriyeti Devleti, karşı-devrimci bir savaşı açmıştır bile. Devlette en sorumlu durumda bulunan burjuva siyasetçilerinin ağzından, “iç savaş” nakaratı eksik olmamaktadır. Bu propaganda sayesinde, “barış havarisi” revizyonist unsurları da yanlarına çeken hakim sınıflar; proletaryanın ve halkın devrimci örgütlenmesine darbeler indirmektedirler. Sömürücü sınıflar, kendi lehlerine olarak, mücadeleyi en sert biçimde sürdürmelerine rağmen, “kardeş kavgası” propagandasını dillerinden düşürmemektedirler. Bu mücadelede, burjuvazi baskın çıkmaktadır. Çünkü proletarya, yoksul halk yığınlarını örgütleyerek, zaferi sağlayacak olan birikimi yaratabilecek partiden mahrumdur.
Meselenin önemi açıktır. Parti, proletaryanın ve çıkarları bu sınıfa bağlı yoksulların, esası siyasî olan mücadelesine, bu siyasetin savaşa kadar ulaşacağını hesap ederek; gerek örgütlenmede, gerekse de yol gösterip yönetmede öncülük edecektir. Proletaryanın bilinç bakımından en ileri kesiminin ifadesi olan parti, bütün sınıfın ve yoksulların kaderlerini yönlendirmekte bu sorumluluğu yüklenirken, her şeyden önce sürekliliği sağlamak zorundadır. Proletaryanın sınıf mücadelesi, gerçek bir mücadele haline döndüğünden itibaren, burjuvazi tarafından, “kanun dışı” olarak ilân edilmiştir. Ve bu gayet tabiî bir şeydir. Böyle olunca, aynı derecede tabiî bir ikinci şey de, partinin “gizliliği” konusudur. Bu durumda sürekliliğin esası, başta merkez olmak üzere, bunun çevresinde toplanan ve toplamı bir müfrezeyi oluşturan parti çekirdeğinin sağlam tutulmasına bağlıdır.
Lenin, “Nereden Başlamalı?” (32) “Bir Yoldaşa Mektup” (33) ve “Ne Yapmalı?” (35) adlı kitaplarında, sonradan doğruluğunu pratikte ispat ettiği, evrensel geçerliliği olan parti teorisini yaratmıştır. Lenin, evrensel değerdeki şu tespitleri ortaya çıkarmıştır:
– İhtilâli gerçekleştirmek için, sağlam bir önderler örgütü olmalıdır.
– Yığınların kendiliğinden mücadelesi başladığı andan itibaren, partiye olan ihtiyacı da artmıştır.
– Parti, profesyonel olarak ihtilâlci faaliyette bulunan kimselerden meydana getirilmelidir.
– Partinin yığınları kucaklayabilmesi, onun başarılı olabilmesine bağlıdır.
Lenin, partinin iki kısımdan meydana gelmesi gerektiğini söylemekte ve birinci kısımda, asgari teorik bilgiye, siyasî tecrübeye, örgütlenme pratiğine, siyasî polisle mücadele etme yeteneğine sahip; profesyonel bilinçli proleterlerin bulunması zorunluluğuna dikkati çekmektedir.
İkinci kısımda ise, yoksul yığınların sevgisini, güvenini ve desteğini sağlamayı kendisine amaç edinmiş, geniş bir mahallî örgütler ağının kurulmasını işaret etmiştir.
Lenin, “Ne Yapmalı?” (34) adlı ünlü eserinin “Yeraltı Örgütü ve Demokratizm” başlıklı bölümünde, “kendiliğindenci” proletarya düşmanlarına karşı, şöyle seslenmektedir:
“… Çünkü mücadele, güçlü bir ihtilâlciler örgütü tarafından yönetilmediği süerce, o proletaryanın kendiliğinden – gelme mücadelesi, hiç bir zaman onun gerçek “sınıf mücadelesi” olmayacaktır.”
Parti yapısı konusunda meseleye bakarken, Marksizm – Leninizm’in amaçtaki ve mücadele metodundaki evrensel prensiplerini nasıl kendimize temel aldıysak; biçimdeki evrensel prensiplerini de, kendimize temel olarak alacağız. Bu konuda, daha ilk gerçek komünist örgütü olan “Komünistler birliği”nin, “bağımsız, gizli ve genel bir örgütlenmesi” evrensel prensibine, peşin olarak sahip çıkacağız. Lenin’in, Bolşevik Partisi’nin temel prensiplerinin en önemlisi olarak, “bağımsızlığı, gizliliği ve genelliği” alması, özle birlikte biçimin de evrensel yapıda olduğunu görebilmesinden başka bir şey değildir.
Lenin, parti konusunda da, tam tamına, Marksizm’in teorisini ve pratiğini kendisine rehber almıştır. Partiyi yaratan öz, “sınıf siyaseti”dir. Dolayısıyla bu parti, proletaryanın sınıf siyasetini yürüten bir mekanizmadan başka bir şey değildir. Bu mekanizmayla o, bütün öteki sınıflardan “bağımsız” bir sınıf siyaseti yürütebilecektir. Proletaryanın “bağımsız” sınıf siyaseti, amacı olan komünizmi yaratana kadar, gerçek bir mücadeleyi; hiç bir zaman diğer sınıfla uzlaşmayan bir mücadeleyi ifade etmekten başka bir şey değildir.
Bu parti, amacına ulaşabilmek için, proletarya önderliğinde bir ihtilâlin, tek yol olduğu bilinci içerisindedir. İhtilâl, düzenin hakimlerine karşı yürütülecektir. O halde bu parti sınıf düşmanlarına karşı kendisini korumak ve bunun için de, faaliyetlerini yürütebilecek derecede “gizli” olmak zorundadır. Bu, tarihin bütün dönemleri için böyledir. Köleciliğe karşı kölelerin, feodalizme karşı serflerin ve burjuvaziye karşı proletaryanın temel mücadele biçimi; hep böyle gizli örgütlenmeye dayandırılmıştır. Proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü mücadele, daha burjuvazinin demokrat sayıldığı ilk dönemlerinde bile, bu yolu izlemek zorunda kalmıştır. Bu gizli “biçim”, partinin ihtilâlci özünün, gerçekçi bir yansıması olarak değerlendirilmelidir.
Proletarya partisi, en geniş halk yığınlarına dayanarak mücadelede başarıya ulaşabileceğini bildiği için, “genel” bir örgütlenmeyi ve dolayısıyla bütünü aynı amaca ve hedefe doğru yönelten, ilişkileri ve birliği düzenleyen, disiplini sağlayan bir “merkezi” yapıyı kendisine seçmiş olmaktadır.
Bunlar, proletaryanın öz örgütü olan her komünist partinin, “öz”de ve “biçim”de kendisine temel alacağı prensiplerdir. Bunları gözetmemek, aynı zamanda, Marksizm’in sınıf mücadeleleri tarihinden çıkarıp tespit ettiği temel kanunları reddetmekle eş anlamlıdır.
Proletaryanın “bağımsız, gizli ve merkezî” bir örgütünü yaratmanın şartları, proletaryanın büyümesi, sınıf çelişkilerinin derinleşmesi ve proletaryanın kendiliğinden hareketlerinin ortaya çıkmasıyla, hazır durumdadır. Rejimin siyasî yapısını kavrayabilmiş her kişinin ulaşacağı mutlak sonuç, iki sınıf arasında süren siyasî mücadelenin, kendisine uygun çelişkiler çerçevesinde gelişeceğinin bilincinde olabilmektir.
Bugün asıl tartışılması gereken konunun, gerçek bir proletarya partisinin yaratılması olduğundan, zerre kadar şüphemiz yoktur. Gerçi, kendisini bu şartlar içerisinde mücadele edermiş gibi gösteren, fakat hiç de böyle olmayan, küçük burjuva karakterli siyasî gruplar vardır. Hele, hâkim sınıflarla iç içe bulunmaktan başka bir amacı olmayan, Sovyetler Birliğinin revizyonist partisinin himayesindeki “TKP”, sanılmasın ki Marksist-Lenininst anlamda bir parti teşkilatlanmasına sahiptir. Bunların kanundışı sayılmaları, sadece ve sadece; Sovyetler Birliği’ne bağımlılıkları, komünist adının kanunlara aykırılığı ve bir de kişisel durumlarından dolayıdır. Sosyalizmi düşünmeyen, sınıflar arasında bir uzlaşmayı savunan bu siyasî grup, elbette ki ihtilâlci bir parti mekanizmasına sahip bulunmayacaktır. Dolayısıyla da, ne proletarya bu mekanizma içerisinde aktif bir rol alabilecek; ne de en geniş halk yığınları, komünist siyasetin içine çekilebilecektir. Bu parti yönetiminde, proleter merkeziyetçilikten söz edilemeyeceği gibi, tam aksi olan bürokratik yönetimden, yani burjuva merkeziyetçilikten rahatça söz edilebilinecektir.
Proletarya mücadelesinin Marksist anlayışı, enternasyonalizmi temel alır. Yukarıdaki paragrafta sözünü ettiğimiz revizyonist grubun karşısında olan ve gene aynı derecede enternasyonalizmi istismar eden diğer bazı siyasî gruplar da oportünizm konusuda, bu gruptan hiç de aşağı kalmamaktadırlar. Proletarya enternasyonalizmi maskesi altında, emperyalizmle uzlaşan Çu-En-Lay ve haleflerine yardakçılık etmektedirler. Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyasî tahlillerinden çıkardıkları yanlış sonuçlar, onları proletarya ihtilâlinden tamamen uzaklaştırmakta ve dolayısıyla da, sağlam bir parti anlayışından uzak bulunmaktadırlar.
Türkiye komünistleri, en zor olanı başarmak zorundadırlar. Kısa vadeli hesaplar ve kolay yolculuk uğruna, asıl hedefi şaşırmamak zorundadırlar. Proletaryanın ve bütün yoksul yığınların kurtuluşunun ancak ve ancak, proletaryanın ihtilâlci siyasetini yürütebilecek gerçek bir komünist partinin yaratılmasında olduğunu görmek zorundadırlar.
Şimdi biz iddia ediyoruz ki, Türkiye’de gerçek bir komünist partisi yoktur. Mevcut örgütlenmeler, sürekliliği sağlayabilme yeteneğinden mahrumdurlar. Proletarya adına ortalığa çıkmış bütün geçmiş hareketler içinde, ciddî bir örgütlenme olmadığı içindir ki; düzenin hâkimleri her seferinde hareketi neredeyse eskisinden eser bırakmayacak derecede yok edebilmişlerdir. Bu tip örgütlenmeler, ideolojilerinin proleter olmaması nedeniyle, her zaman zaafa uğramaktadırlar. En son 1971 faşist darbesi, bunun en iyi örneklerinden birisidir. Araya birkaç yıllık bir ideolojik boşluk ve bir çaresizlik dönemi girmiş bulunmaktadır. Şimdi bile, kendilerini komünist örgüt sanan bir çok örgütün yaptığı, küçük burjuvaların fırsatçı ve hayalci siyasetlerinin kuyruğuna takılmak; proletarya ve yoksul yığınları, bunların kucağına terketmekten ibarettir.
Gene iddia ediyoruz ki, proletarya partisinin görevi, her dönemde hiç kesintiye uğramaksızın; proletaryanın ekonomik, ideolojik ve siyasî mücadelesini yürütmek olmalıdır. Yoksa burjuvazinin faşist karakterini görmeyerek, onun sanki dönem dönem hayvanî krizlere yakalandığından yakınmak ve çaresizliği haklı bir gerekçe gibi göstermek boşunadır. Mücadeleyi her dönemde yürütebilmenin en esaslı şartı, hiç şüphe edilmesin ki, proletaryanın güçlü bir ihtilâlciler örgütüne sahip olmasıyla açıklanabiir. Bugün siyasî gruplarımız, ideolojik ve siyasî mücadelelerine ve örgütlenmelerine, legal gazeteleri temel almışlardır. Bu çerçeve içerisindeki örgütlenmeler, ne yazık ki ancak bu gazetelerin çıkabileceği süre içerisinde geçerliliğini koruyabilecektir. Bunların gerçek örgütlenmeler olmadığı, açıkça ortadadır. Şu sebeple ki, bu gazetelerin örgütlediğini var saydığımız kesimler, örgütlenme adına hiç bir kişisel yeteneği veya gayreti göstermemektedirler. Bu kişisel gayretin, bir ötekine yansıması gibi bir olay da söz konusu değildir. Ayrıca, ideolojinin ve siyasetin her hangi bir ölçüde de olsa, burjuva kanunlarına tabi olduğu da gözden uzak tutulamaz.
Bir gazete şüphesiz, vaz geçilemez temel bir mücadele ve örgütlenme aracıdır. Fakat bizim düşündüğümüz gazetenin muhtevası ve buna bağlı olarak biçimi, mevcutlardan tamamen farklıdır. Biz bu gazeteyi, ihtilâlci mücadelemizin bir eseri olarak görmekte ve bu temele uygun olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Böyle bir gazete, illegal temelde örgütlenen bir parti hareketine uygun olarak, illegal bir şekilde gerçekleştirilmek gerekir.
Parti, “proletaryanın en yüksek derecede örgütlenmesinin bir ifadesidir” derken, bunun, proletaryanın sosyalist bilinçle donanmış kesimlerinden oluşmuş bir örgütlenme anlamına geleceğini tekrar etmekte fayda görmekteyiz. Bu nedenle de, proletarya dışında örgütlenmeye çalışan birtakım aydın gruplarının, kendilerini proletarya partisi olarak görmelerinin kesinlikle karşısındayız. Ancak ve ancak, proleter sosyalist unsurlarla birlikte, fabrikaları siyasî bakımdan örgütleyebilecek bir makinayı kurmaya yönelmiş siyasileri, gerçek komünist hareketin öncüleri sayarız.


– – Bitirirken Bir Kaç Not –

Sınıf düşmanlarımıza karşı uyanık ve güçlü olmak zorundayız. Mücadelemizi hiçbir zaman kesintiye uğratmamak zorundayız. Bugün, proletarya içerisinde gerçekten sınıf mücadelesinin bilincinde olan ihtilâlci unsurlar vardır. Bugün, profesyonelleşme yolunda gayretli, birçok ihtilâlci unsur vardır. Bunlar, fabrikaları ihtilâlci bir harekete uygun biçimde örgütleyeblimek için, sadece ve sadee siyasî bir yol göstericiye ihtiyaç duymaktadırlar. Günümüzün bu çok acil görevi için, en küçük birimde de olsa, merkezîleşmeye yönelmek zorunluluğumuz vardır. Aksi halde, bütün iyi niyetli çabalarımız boşuna olacaktır. Türkiye’de, hareketin önemli bir zaafı vardır. Bu da yaratıcı bir ruha sahip olamamasıdır. Elbette ki bunun sebebi de, bilgi ve örgütlenme noksanlığında aranmalıdır. Türkiye’de Marksizm’in bilimsel bir teori olarak kavranılabilmesinin tarihi henüz çok yenidir. Geçmişin bu yönde bizlere bıraktığı, hemen hiç denecek kadar azdır. Eskinin bilgisizliğinden cesaret alarak, bir çok cüretkârane çıkışlar yapılmaktadır. Marksizm-Leninizm’e yöneltilen saldırıları göğüsleyebilecek yetenekte değiliz. Ağızdan kapma sözlerle, sığda kalmış incelemelerle karşı durduğumuzu, Marksizm-Leninizm’i koruduğumuzu sanmaktayız. Bunu iyi değerlendiren burjuva unsurlar, proletaryanın içine sızabilmekte ve hatta, rahatça proletaryayı devrimci gelişmesinden ters yönlere döndürebilmektedirler. Burjuva ideolojisi çeşitli biçimlerde proletarya üzerindeki hakimiyetini sürdürebilmektedir. Kendimize gelmek zorundayız.
Emperyalizmle, ona bağımlı burjuvaziyle ve toprak ağalarıyla mücadelemizi sağlam temellere oturtabilmek ve zafere ulaşabilmek için, “Sosyalizm için Bağımsızlık ve Demokrasi” mücadelemizi sürdürebilmek için; bugünkü devrimci sloganımızı, “Marksist-Leninist yeni bir Parti” olarak belirtmemiz gerekmektedir. İhtilâlci parti anlayışımızın propagandası ve ajitasyonu, en önemli görevimizdir.
Gizli broşür ve bildirilerle, sürekli olarak bunu yaygınlaştırıp, proletarya içerisindeki komünist unsurlarla kaynaşmayı, tek çıkış yolu olarak görmemiz gerekir. Meseleyi bu yönden saptıranlarla mücadelemizde bilgili bir gayret içine girmeden, proletaryanın ve yoksul yığınların kurtuluşunun umudu olan partiyi yaratamayacağımızın bilincinde olmalı ve çeşitli sapmış akımları taklitten kaçınmalıyız.
Hareketin şu iki eğiliminden de kendimizi sakınmalıyız:
1. Proletaryanın mevcut bilincine boyun eğerek, ekonomizm ölçüsünde ona yaklaşmamalıyız. “TKP” ve benzerleri gibi (Buna, soldaki bütün resmî partilerimiz dahildir.)
2. Öğrenci gençliğe, sadece ajitasyon değeri olan sloganlarla hitap edip, sağladığımız geçici birikimlerle, proletaryanın partisi olduğumuzu sanmamalıyız. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi (THKPC), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) ve benzerleri gibi.
Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) gibi ucubeleri de unutmamalıyız.
Kasım – 1976
Kaynak Kitaplar
1. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.EngelsÖncü Kitabevi Yayınları – Nisan 1971 (Sa. 54-55)(Alman İdeolojisinden Parçalar)
2. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Komünist Partisi Manifestosu) (Sa.120)
3. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Komünist Partisi Manifestosu) (Sa.144)
4. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Komünist Partisi Manifestosu) (Sa.148-149)
5. Felsefenin Sefaleti: K.MarxSol Yayınları – Nisan 1975 (Sa.183)
6. Devlet ve İhtilâl: V.İ.LeninBilim ve Sosyalizm Yayınları – Mart 1976
7. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi: K.Marx – F.EngelsSol Yayınları – Mayıs 1976 (Sa.144)(Gotha Programının Eleştirisi: Lenin)
8. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin kökeni: F.EngelsSol Yayınları – Kasım 1969 (Sa.244)
9. Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850: K.MarxSol Yayınları – Şubat 1976 (Sa.64)
10. Felsefe İncelemeleri: K.Marx – F.EngelsSol Yayınları – Aralık 1975 (Sa.169)
11. Kugelmann’a Mektuplar: K.MarxKöz Yayınları – Nisan 1975 (Sa.158)
12. Anti-Dühring: F.EngelsSol Yayınları – Mart 1975 (417-418)
13. Louis Bonaparte’ın Darbesi: K.Marxİzlem Yayınları – Mart 1967 (Sa.109)
14. Fransa’da İç Savaş: K.MarxKöz Yayınları – Ocak 1976 (Sa.73-74)(Enternasyonal Emekçiler Derneği Genel Kurulunun 1871 Fransız İç Savaşı Üzerine Hitabı)
15. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Komünist Partisi Manifestosu) (Sa.90)
16. Devlet ve İhtilâl: V.İ.Lenin(Sa.30-31)
17. Son Yazılar: 1950-1953: J.StalinBilim ve Sosyalizm yayınları – Mart 1976 (Sa.91)
18. Fransa’da İç Savaş: K.Marx(Sa.69)
19. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi: K.Marx – F.engels(Alman İşçi Partisi Programının Kear Notları – K.Marx) (Sa.41)
20. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi: K.Marx – F.Engels(Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları: K.Marx) (Sa.31)
21. Materyalizm ve Ampiriokritisizm: V.İ.LeninÇağrı Yayınevi – Mayıs 1975 (Sa.146)(Birinci Kitap)
22. Ne Yapmalı: V.İ.LeninSol Yayınları – Kasım 1968 (Sa.40)
23. Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu: F.EngelsSol Yayınları – Ocak 1976 (Sa.27)
24. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı: K.MarxSol yayınları – Kasım 1974 (S.23)
25. Kapital – Birinci Cilt: K.MarxSol Yayınları – Temmuz 1975 (Sa.26)
26. Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu: F.Engels(Sol Yayınları – Ocak 1976) (Sa.25)
27. Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu: F.Engels(Feuerbach Üzerine Tezler) (Sa.70)
28. Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi: Max BeerMay Yayınları – 1974 (Sa.567)(Komünistler Birliği Kuruluş Yasası ve Tüzüğü)
29. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Merkez Komitesinin Komünistler Birliğine Hitabı’ndan Parça (Sa.158-Sa.161)
30. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Komünist Partisi Manifestosu) (Sa.122)
31. Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyaizm: V.İ.leninSol Yayınları – Kasım 1965 (Sa.121)
32. Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm: V.İ.Lenin (Sa.80)
33. Nereden Başlamalı? – Bir Yoldaşa Mektup – Devrimci Maceracılık: V.İ.Lenin Odak Yayınları – 1975Ne Yapmalı? – V.İ.Lenin (Sa.167)

0 Comments:

Post a Comment

<< Home