Tuesday, May 16, 2006

ÖZEL ÖNEMİ OLAN BİR FELSEFÎ KONU: BİLİNÇ

M.A.Aybar, Marksizm-Leninizm’e parti örgütlenmesini hedef alarak, saldırı derecesinde eleştiriler yönelttiği yazılarında, – Bu yazılar, “Sosyalist Yol” adlı derginin 7-8 sayılarında yayınlanmıştır. – bir felsefî konu olan bilinç meselesine de, özel bir yer vermişti. Yazar sözde, Leninist partinin pratikteki görünümleri olan öncülük ve dışarıdan bilinçlendirme eylemlerinin yanlışlığını, felsefî bakımdan ispat etmektedir. Yüzeyden değerlendirenler için, ilk bakışta doğru gibi görünecek şeylerin biraz deşildiğinde; altından metafizik düşünmeden malûl idealizmin çıktığı görülür. Bu ilk bakıştaki doğru gibi görünmelerde, şüphesiz üslûba da bir pay tanımamız gerekir. Şüpheci aydınların gönlünü hoş tutacak derecede, ince teorik meselelerle uğraştığı görünümü içerisinde, doğrusu yazarımız oldukça başarılıdır. Fakat biraz deşince… Bilinçlenme konusunda da, meseleye hep belirli bir yanından yaklaşmanın sıkıntılı örneğini vermektedir. Yazar, Lenin’i itham ediyor. Diyor ki:
“Bundan dolayı Lenin’in, “kendiliğindenlik” görüşüne karşı çıkması doğaldı. Ancak Kautsky’nin tezini aynen benimseyerek, işçi sınıfının ekonomik bilinçten öteye gidemeyeceğini ve politik bilincin işçi sınıfına mutlaka “dışardan götürülmesi” gerektiğini söylemesi, Marksizm’in “yansı” (reflet) teorisi ile acaba ne dereceye kadar bağdaşmaktaydı? Lenin ”Ne Yapmalı”dan altı yıl sonra yazdığı “Materyalizm ve Ampiriokritisizm” adlı kitabında Marksizmin, bilinç ve bilinçlenme hakkındaki bu teorisini hararetle savunmuştur.”
Yazar, yazısında, kelimelerden medet umarak, Lenin’de “kendiliğindenci” bir zaaf aramaktadır. Güya 1902 de yazdıkları ile, 1908 de yazdıkları farklı imiş. Yazar gene Lenin’in, “Ne Yapmalı?” adlı kitabında, Kautsky gibi düşünmüş olmasına da eleştiri getiriyor. Halbuki Kautsky, o yıllarda henüz bir Marksist gibi düşünüyordu. Yani Lenin ve Kautsky’nin Marksist olarak düşünmeleri, onları pekâlâ bir noktada birleştirebilirdi. Kautsky, bu Marksizm’in döneği, daha sonra bütün Marksist tezlerini geriye aldığında, proletarya hareketinin bir düşmanı olarak, Lenin’in çok sert eleştirilerine hedef olmuştur. Lenin onu, yazdığı “Proletarya İhtilâli ve Dönek Kautsky” adlı kitapla, dünya proletaryasına teşhir etmiştir.
“Bilinç” konusunda Marksizm’in görüşlerini aşağıda açıklamaya çalışacağız. Ancak burada, Lenin’in iki ayrı dönemde iki farklı görüşe sahip olmadığını yazara göstermek üzere, “Materyalizm ve Ampiriokritisizm” (21) adlı eserinden, yazarın kanıt diye gösterdiği sayfalardan, şu alıntıyı seçtik:
“Görünüşle kendiliğinde şey arasında yapılan bütün bu gizemli, hikmetli ve anlaşılması güç ayrıntılar, bütünüyle felsefî saçmalıklardır. Pratikte her birimiz sayısız kez, “kendiliğinde şeyin”, fenomene, “bizim için şey”e olan basit, açık dönüşünü gözlemişizdir. Bilme de, işte tam olarak bu dönüşüme denir.”
Şimdi bir kaç satır da, Lenin’in “Ne Yapmalı?” (22) adlı kitabından aktaralım:
“İşçiler arasında, sosyal demokratik bilimin oluşamayacağını söyledik. Bu bilinç, onlara, dışardan ulaştırılmalıdır. Bütün ülkelerin tarihi gösterir ki, işçi sınıfı, sadece kendi çabasıyla, ancak sendikacılık bilincini geliştirebilir…”
Birincisinde, “kendiliğinde şey”i “bizim için şey”e; ikincisinde, “kendiliğindenliği” “sosyalist” mücadeleye dönüştürme söz konusu edilmektedir. “Kendiliğinde şey”i, “bizim için şey”e dönüştürmek için, o şeyi “bilme” derecesinde kavramamız gerekir ki, bunun için bilinçli bir müdahale gerekir. Proleterlerin “kendiliğinden” mücadelesini, “sosyalist” mücadeleye dönüştürmek için de, bilinçli bir müdahale şarttır.
Devam edeceğiz. Ancak, meseleyi baştan ele alarak konuyu inceleyelim. Öncelikle, bilincin bir genel tarifi bizim için gerekli olacaktır. Bilinç nedir?
Bilinç, objektif gerçekliğin, sadece insanda bulunan en yüksek yansıma biçimidir. Zihnî süreçlerin toplamı olarak da bilinç, insanın kendi dışında ve kendi iradesinden bağımsız olarak var olan dünyayı ve kendi kişi varlığını anlamasını ve tanımasını sağlar. İnsanlar, maddî hayatlarının üretilmesi ihtiyacından doğan, daha ilk üretim faaliyetlerinde, tabiatla karşılaşıp, ilk bilince ulaşmışlardır. Bu bilinç henüz çok ilkeldir. Fakat sosyal üretim ve bilinç kadar eski olan dil geliştikçe gelişen filozofî, tek tek bilim dalları ve bütün bunları kapsayan bilgilenmeyle ve bütün bunların birbirlerini etkileyip, yeniden yaratmaya yönelmeleri sayesinde bilinç, insanın maddî hayatı süreciyle birlikte gelişir. Eğer, insanın sosyal tarihî faaliyetinin sonucu olan anlama ve bilgi olmasaydı, bilinç de olmazdı. Demek ki bilinç, insanoğlunun her gün yeniden keşifleri sonucunda, yeni bilgiler edinerek, bilgisizlikten bilgiye geçişidir.
Engels, “L.Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu” (23) adlı eserinin “idealizm ve Materyalizm” başlıklı bölümünde, felsefenin temel sorusuna şu bilimsel cevabı vermektedir:
“Feuerbach’ın gelişmesi, bir Hegelcinin – doğrusunu söylemek gerekirse hiç bir zaman kurallara tam bağlı olmayan bir hegelcinin – materyalizme doğru gelişmesidir; belli bir aşamada, öncelinin idealist sistemi ile ilişkileri toptan koparmaya doğru götüren bir gelişmedir. Sonunda, Hegel’in “Mutlak Fikir”inin dünyadan önce varolmasının, “mantık kategorilerinin” evrenden önceki “önvarlığı”nın, yukarda bir yaratıcı inancının gerçeksiz bir kalıntısından başka bir şey olmadığı; duyularla algılanabilir maddî dünyanın, bizim de bir parçası olduğumuz bu maddî dünyanın tek gerçeklik olduğu ve bize ne kadar yüce görünürlerse görünsünler bilincimizin ve düşüncemizin, maddî bir organın, beynin ürünlerinden başka bir şey olmadıkları kavrayışı, karşı durulmaz bir güçle kendisini ona kabul ettiriyor. Madde, ruhun bir ürünü değildir, ama ruhun kendisi maddenin en üstün ürününden başka bir şey değildir. İşte bu, elbette ki salt materyalizmdir.
(Devrimci materyalizmin aydınlatıcı bir açıklanmasını izlediğimiz bu paragraftaki satır altlarını biz çizdik.)
Marks, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” (24) adlı eserinin “Önsöz”ünde, “varlık” ve “bilinç” ilişkisini şu şekilde belirtiyor:
“İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”
“Kapital”in “Almanca İkinci Baskıya Sonsöz”ünde (25) Marks, Hegel’in “ide” olarak adlandırdığı insan düşüncesinin “gerçek dünyayı” yarattığı idealist görüşüne karşılık, şu bilimsel materyalist cevabı vermektedir:
“Benim için ise tersine, fikir maddî dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.”
Bilinçlenme, bireyin maddeyi tanımasıyla, onu öğrenmesiyle başlayan sürecin kendisidir. Bu sürecin gelişmesinin her bir aşamasında bilinç, iradeyi temsil ederek; onu tanıma, anlama, yorumlama, bilme ve değiştirilmesi konularında, beynin ürünü olan akıl yoluyla, müdahaleci bir güç olarak ortaya çıkar. Şurası açıktır ki insanda oluşan bu bilinç, toplumun bütün gelişme aşamalarına uygun şekilde gelişir ve sosyal karakterlidir. Kendiliğinden gelişmesi içerisinde, maddî hayatın vaz geçilmez üretimini sağlayan ilkel komünlerde, köleci toplumun maddî şartları doğmuş; fakat köleciliğe geçerken de, sömürücü hakim sınıf, ulaştığı bilinci iradeye dönüştürerek, yeni bir toplum sistemi yaratmıştır. Bu aynı gelişme, feodal ve burjuva sistemleri için de geçerlidir. İnsanın maddî hayatını üretmesi faaliyetiyle başlayan bilinç, dilin gelişip mükemmelleşmesi, üretim güçlerinin ve sosyal üretimin gelişmesi, başta tabiat bilimleri olmak üzere özel bilim dallarının ve felsefeyle sanatın gelişmesi, bilinci geliştirmiş, bilinç ise geliştiği ölçüde sosyal değişme ve gelişmenin yönlendiricisi ve hareket ettiricisi durumuna gelmiştir.
Pratikteki oportünistler, felsefî alanda, bu “kendiliğinden gelmelik” meselesinde, düşünceyi ilk sayan idealistlerin kılığına bürünmüşlerdir. “Kendiliğinden gelmelik” karşısında tam bir acz içerisinde, idealizmin Marksist materyalizme karşı mücadelesinde, kalemşor olarak görev yapmışlardır. “Kendiliğinden gelmeliği” göklere çıkarmak ihtiyacı, aslında pratikteki sınıf mücadelesinin, karşı devrimci reddinden doğmaktadır. Ve bu redde uygun bir partiyi haklı göstermek çabalarından ileri gelmektedir.
“Kendiliğindenci” yani bilinemezci Aybar, emin olalım ki, felsefenin meselelerinden tam anlamıyla haberdar değildir. O sadece, siyasî oportünizminin bir gereği olarak felsefeye eğilme zahmeti göstermiştir. Bir kere, “kendiliğinden şey” nedir? Bu, şeylerin kendiliğinden, yani insan ve onun bilincinden bağımsız olarak varoldukları demektir. Bir de “bizim için şey” vardır. Bu da, bir bilgi süreci içinde, şeylerin özünün incelenip, tanınabileceği ve “kendiliğinden şey”lerin, bilinçli faaliyet sonucu, “bizim için şey”lere dönüştürülebileceği demektir. Diyalektik materyalizm, “şey”ler hakkında her türlü bilginin edinilebileceği gerçeğinden yola çıkar ve pratiğe dayanarak bilgi vasıtası ile, bu “kendiliğinden şey”lerin, “bizim için şey”ler haline dönüştürülebileceğini gösterir.
İdealizm ise, “kendiliğinden şey”in bilinemeyeceğini ve insanın bilme yeteneğinden mahrum olduğunu iddia eder. Bu elbetteki, tamamen bir inkârdır. İnsanın bilme yeteneğinin eleştirilmesi üzerine kurulmuş bu düşünce, metafiziğin karanlık ve dipsiz kuyularında çırpınıp kalmaya mahkûmdur.
Engels, “Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu” (26) adlı eserînin, “İdealizm ve Materyalizm” başlıklı İkinci Bölüm’ünde, şöyle yazmaktadır:
“Eğer biz doğal bir olay hakkındaki anlayışımızın doğruluğunu, bu olayı biz kendimiz yaratarak ve onu koşullarının yardımıyla meydana getirerek ve hele onu kendi amaçlarımıza hizmet ettirerek kanıtlayabiliyorsak, Kant’ın kavranamaz “kendinde şey”inin işi biter.”
Şimdi gene yazarımıza dönelim ve şu sahte incileri birlikte okuyalım:
“Bilinç, sosyal ilişkilerin beyindeki “yansı”sı olduğuna göre, bunun kişinin praksisi ile sağlandığı açık bir gerçek. Kişi sosyal ilişkilerin içinde olduğu, bir taraf olarak maddesel yaşamını ürettiği sürece bilinçleniyor. Bilinçlenme kişisel bir deney. Şu halde sosyal ilişkilerde taraf olmayan, o yaşam içinde bulunmayan bir kişinin bir başkasına “dışardan” bilinç götürmesi olanaksızdır. Olsa olsa bilim götürmek söz konusu olabilir. Yani eğitim. Bunu da devrimci bir biçimde düzenlemek gerek. Ama işçiler sosyalist kitapları okuyarak bilinçlenme olanağına sahiptirler. Aydınlara “öncülük” vermeğe gerek yoktur.”
Yazarın “yansı” dediği şey nedir? Yazar, gerçekten Marksizm’in “yansıma” teorisini benimsemekte midir? Ama hayır! Yazar, Marksizm’in sadece adını kullanmaktadır. Ne ise, devam ettikçe, her şey daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Bilinçlenme, objektif gerçeğin, duyumlar yoluyla algılanıp, beyine yansımasıyla başlar. Burada şu olay geçer: Birincisi, objektif gerçek beyine duyumlar yoluyla yansımıştır ama, bu yansıyan, sadece onun dış görünüşü veya görülebildiği kadarıdır. Bu, o şeyi idrak (akıl erdirmek) etmek demektir. İkincisi, bu yansıma, kendisi de bir madde olan beynin ürettiği akıl sayesinde, daha üst düzeye yükseltilir ve bilgilenme dediğimiz safha gerçekleşir. Bilgilenme burada, o şeyi bilme noktasında kavramış olmak demektir. Meseleyi burada bitiremeyiz. Bilinçlenmenin tabiî süreci içerisinde, o şey hakkında uygulanması mümkün olan bir teorinin ortaya çıkması ve bunun pratik olarak yeniden maddeye dönmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Mehmet Ali Aybar, “Bilinçlenme kişisel bir deney. Şu halde sosyal ilişkilerde taraf olmayan, o yaşam içinde bulunmayan bir kişinin bir başkasına “dışardan” bilinç götürmesi olanaksızdır.” diye buyuruyor. Düşünce kadar, anlatımda ilgi çekicidir. Yazar, burjuva hukuk dilini, mantığıyla birlikte, felsefî açıklamalarına malzeme olarak kullanmaktadır. Şimdi desek ki, bu Mehmet Ali Aybar, bilginin kaynağı olarak, duyumlardan edinilen deneyleri görmekte ve bütün bilginin bu deneylerden çıktığını ileri sürmektedir. Belki de, kendisine iftira edildiğini feryat edecektir. Açıktır ki Aybar, bilimsel soyutlamaları ve teorinin bilgilenmede oynadığı rolü hiç derecesine indirirken, düşüncenin aktif fonksiyonunun ve nispeten bağımsızlığının sözünü etmez. Bu bir iftira değildir. Aybar, kimi yerde Kant’çıdır, kimi yerde Berkeley’ci veya Hume’cu, fakat her zaman idealist ve metafizikçidir. Ona göre, proletaryanın birinci dereceden sınıf mücadelesine katılabilmek, ancak proleter olmayı gerektirir. Çünkü, proleter olmayan kimse, onun sınıf mücadelesine ışık tutan tarihi bilemez. Bilebilmiş olsa ne ifade eder? Nihayet, bilim götürür. Yazara mahsus deyimle, “yani eğitim”. Hatta, neredeyse buna bile gerek yoktur. Çünkü, “işçiler sosyalist kitapları okuyarak bilinçlenme olanağına sahiptirler”. İşte buyurun! Burada da bilinçlenme, sosyalist kitap okuma derecesine indirilmektedir. Peki her gün değişen dünyanın ve üzerinde gene her gün değişen sosyal mücadelenin yeni algılanmaları, yeni idrakları, daha çok bilgilenip bilinçlenmeleri, yeni bir teori ve pratiği olmayacak mıdır? Pratikte her deneme, yeni bir teoriyi ve birlikte, yeni bir bilinci getirmeyecek midir? Aybar, bütün bunların bir tekini bile kendisine mesele edinmemiştir.
Aklımıza şöyle bir soru geliyor: Peki madem ki “aydınların” rolü bu kadardır. Yani, ona kitap taşımaktır (Yazara göre, bilgi taşımak, kitap taşımak, kitap okumak da, bilinçlenmek anlamına geliyor.) O halde bu işi Aybar neden üstlenmiyor? Üstlenemiyor, çünkü o, proletaryaya siyaset çizme gayretleri içerisinde başka bir alandadır ve kendisine göre yapması gereken aslî işini unutacak kadar meşguldür.
Yazarın, sahte incilerini okumaya devam ediyoruz.
“Bu sürecin bir noktadan sonra durması, işçi sınıfının ekonomik bilinçten öteye, siyasal bilince geçmemesi “yansı” teorinin bilinçlenme sürecinin tümünü kapsamadığı anlamına gelir ki, elbet doğru değildir. Objektif gerçek bir sınıra kadar işçilerin beynine yansıyacak, o sınırdan sonra yansımayacak. İşçiler o sınırın berisinde olan objektif gerçeği kavrayamayacaklar ve bunu onlara mutlaka “aydınlar” kavratacaklar. İşçi sınıfının yeteneksizliğine varan bu görüş, işçi sınıfını ister istemez devrimin nesnesi haline getirmekte ve sosyalist aydınları devrimin öznesi durumuna yüseltmektedir.”
İşte aldatıcı üslûp budur! “işçi dostu”, “hakkaniyetçi Aybar”, bir profesör edasıyla proletaryayı uyarmaktadır. Onları korunmaya çağırmaktadır. Ama ne için uyarmakta, ne için korunmaya çağırmaktadır. Aranıza komünistler girecektir ve size, siyasileşmeniz adına, bilinç getireceklerdir. İşte saygı değer yazarımızın, üstü felsefî saçmalıklarla örtülü asıl mesajı budur. Demek proletarya, “kendiliğniden” bilince ulaşabilecek ve siyasî iktidara sahip çıkabilecektir. Peki o duruma gelene kadar proletarya ne yapacaktır? Bu sorunun cevabı ortadadır. “Yeteneksizliğinin” cezasını çekecek ve her dört yılda bir “işçi dostu” kılığındaki bazı adamları, meclislere kendilerini temsil etmek üzere yollayacaklardır. Bunlar orada, “bilge” kişiler edasıyla, proletaryaya sözde sözcülük edecekler ve proletaryayı bir siyasî iktidar olarak yönetmenin hayaline iyice kapılacaklardır.
“Dışarıdan bilinç” taşınmasının gerektiğini söyleyen Lenin’e karşı Aybar, “…İşçi ekonomik bilinçten öteye, siyasal bilince geçmemesi “yansı” teorinin bilinçlenme sürecinin tümünü kapsamadığı anlamına gelir ki, elbet doğru değildir.” diyor. Yazar, “yansıma” teorisinin gerçek anlamını kavramamış olduğunu, sadece bu ifadesiyle bile açıkça ortaya koymaktadır. Ve aslında bilinçlenme sürecini yarım bırakan da kendisidir. Bilinçlenme süreci, duyumlar yoluyla elde edilebilenle, yani idrak etmekle sınırlandırılmaktadır. Öyle olmasaydı, bilinçlenmenin idraktan sonra gelişen süreci içerisine, bilginin rolünü kavrayabilseydi, onun neden kendiliğinden siyasî bilince ulaşamadığını çıkarabilirdi. Bilinçlenme faaliyeti içerisinde, bilginin ve anlamanın rolünü hesaba katmayan bu görüşün ciddiyetinden söz edilebilir mi? Bilgi edinmenin kaynaklarını, biçimlerini, metodlarını araştıran bilgi teorisi gibi bir bilimin inkârı derecesinde sözler söyleyen yazar, gerçekten “işçi dostu” mudur? Yoksa onun, gerçek bir düşmanı mı? Marksist felsefenin teorik temellerinden diyalektik Materyalizm, aynı zamanda bu felsefenin bilgi teorisidir. Ve yegâne bilimsel bilgi teorisidir. Tabiatın, toplumun ve düşüncenin gelişmesine hükmeden kanunların köklerine kadar inerek, onları inceler ve bundan sonra gerçek sonuçlara ulaşır.
Proletarya, maddî dünyadan algılandıkları ile, siyasî bilince ulaşıp, iktidarı ele geçirmeyi düşünebilir ve gerçekleştirebilir mi? Bilincin gelişmiş şekli, bilgilenmenin bir eseridir. Proletaryanın aksine, burjuva tabakalar içerisinde, gelişmiş özel bilim dalları ve çağın felsefesi hakkında bilgi sahibi aydınlar vardır. Edindikleri bilgilerin ışığında, sınıflı toplumun bilinçli bir analizini yapma imkânları vardır. Bu aydınlar, objektif gerçek varlıklar karşısında, objektif gerçek varlıklardır. Çıkışları hiçbir zaman, tesadüfî olaylar olarak değerlendirilemez. Kendi ferdî girişimlerinin de mutlaka bir payı olmasına rağmen, asıl olarak temeli ekonomik olan sosyal gelişmenin, kendiliğinden ürünüdürler.
Marks, Engels ve Marksist filozoflar, tesadüfen ortaya çıkmış değildirler. Maddî şartların ortaya çıkardığı insan bilincinin eseridirler. İnsanların maddî hayatlarını sürdürebilmek için, tabiatı değiştirmede ulaştıkları bilinçlenmenin eseridirler. Bu filozoflar, insan beynine yansıyan bütün maddî hayatı, bütün yönleriyle bilinçli bir şekilde inceleyerek, insanlığın kurtuluşu olan, sosyalizmin bilimini yaratmışlardır. Bu iki proletarya ihtilâlcisi filozof, teorik temellerini diyalektik ve tarihî materyalizmin teşkil ettiği felsefelerinin merkezine pratiği yerleştirerek, idealizmi tarih sahnesinden çıkarıp kovmuşlardır. Sosyal gelişmenin yarattığı gerçek ihtiyaçların karşılanmasında, teori olarak ifade edilen sosyal fikirlerin rolü, toplumun maddî ve manevî hayatının gelişmesine ışık tutmak ve bunun gerçekleşmesinde bizzat bulunmaktan başka bir şey değildir. Eğer sosyal gelişmenin ihtiyaçları olarak, yeni fikirler ve teoriler ortaya çıkmasa idi, sosyal gelişme imkânsız olurdu.
Marks, “Feuerbach Üzerine Tezler”inde (27) diyor ki:
“İnsan düşüncesinin nesnel bir gerçekliğe erişip erişemeyeceği teorik bir sorun değil, pratik bir sorundur. İnsanın gerçeği, yani düşüncesinin gerçekliğini, gücünü, o düşüncenin altında yatan şeyi pratik içinde kanıtlamakla yükümlüdür. Pratikten soyutlanmış olan düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği üzerine tartışma, düpedüz skolastik bir sorundur.”
Yazarın bir iddiası da, komünistlerin proletaryayı devrimin nesnesi, kendilerini ise, devrimin öznesi yerine koyduklarıdır. İşte Marksizm’i altüst eden bir iddia daha.
Madde, duyum algılamaları yoluyla beyinde yansıdıktan sonra, akıl bunu bilgili bir düşünce sistemine sokar ve bu, bilincin ortaya çıkması olayı olur. Başlangıçta bu yansımanın, duyumların sağladığı kadar bir önemi vardır. Fakat, duyumların sağladığı kadarıyla da, maddenin bir tanımı yapılabilir. Çünkü zorunlu olarak, çeşitli duyumların bir yanlarıyla tanıttıkları bu maddenin, idrak (akıl erdirme) dediğimiz sentezi çıkacaktır ortaya. Bundan sonra, insanın tarihî sosyal faaliyetinin sonucunda; beynin, edindiği bilgilerden yarattığı akıl, maddeyi gözlemeye, incelemeye ve yorumlamaya başlar. Edindiği tecrübeler ve zengin muhayyilesini de katarak, beynine “kendiliğinden şey” olarak yansıyan bu maddeyi, “kendisi için şey” haline dönüştürüp, yeniden yansıtır. Teorinin maddeye bu yansıması, pratiği ifade etmekten başka bir şey değildir. Artık bu safhada, maddeye bilinçle hükmeden insan çıkmıştır ortaya.
Sosyal hayat: Üretim faaliyeti, yaşama tarzı, tabiî sosyal ve siyasî organizasyonu, hâkim ideolojisi, sosyal ilişkileri, kendinden doğan sosyal hareketlenmesi, hepsi birden, objektif olarak karşısında durmaktadır. Böyle bir bütünün, tek tek insan beyinlerindeki yansıması, oldukça farklı olur. İnsan genel olarak, duyumladığı bu bütünü, edindiği bilgiler ve ulaştığı bilinçlenme ölçüsünde, gerçek ve doğru bir şekilde kavrayabilir.
Proletarya, kendi sosyal varlığını nasıl tanır? Onlar her şeyden önce, yemek, içmek, barınmak, giyinmek ve benzerleri gibi ilk maddî ihtiyaçlarını karşılamak mecburiyeti ile karşı karşıya olduklarını görürler. Bunu karşılamanın maddî şartı da, emeğini satma olarak ortaya çıkar. Kendisinin bilincinden bağımsız olarak gerçekleşmiş objektif maddî şartlar, kendi hayatını da kapsadığında ücretli köle olduğunun idrakine ulaşır. Aynı zamanda görür ki, kendisi gibi olanların sayısı, toplumun çoğunluğudur. Sosyal üretimin onlara sağladığı tabiî organizasyon, ekonomik mücadele bilincinin uyanmasına ve bunun ifadesi olan sendika örgütlenmesinin doğmasına yol açar. Hâkim sınıf, ideolojisinin kapsadığı bütün baskı araçlarını, kösteklemek amacıyla kullanmamış olsa, proletaryanın “kendiliğinden bilinçlenme” sürecinin gelişebileceği kabul edilebilirdi.
Pratiğe, sendika örgütlenmesi olarak yansıyan bu bilinç, proletaryanın kurtuluş ihtiyacına cevap vermez. Cevap vermediği gibi de, proletaryanın daha ileri bilinç düzeyine yükselmesini de engellemeye başlar (Sendikalar, düzen örgütleri olarak, geleneksel işlevlerini yürütmektedirler. Bu örgütler, proletarya hareketi içindeki “ekonomizm” siyasetinin kaleleridirler). İnsan, kurtuluşun imkânlarını araştırırken, yeni bilgiler edinir. Bu bilgilerden ortaya yeni bir teori çıkar. Bu öncelikle, sınıfın en ileri olan küçük bir azınlığı tarafından kavranılır. Artık, siyasî bilinç olarak görünen bu bilinç, sınıfın bilinçsiz çoğunluk kesimiyle çelişme haline düşer. Bu noktada, bilinçli unsurların, bilinçsiz unsurlara; bilinç götürme olayı başlar. Bilinçli unsurlar, her zaman proletarya içerisinden çıkan aydınlanmış devrimciler ile, diğer sınıfların aydınlanmış devrimcilerinin bir araya gelip kaynaşmalarının bir ifadesi sayılmalıdır. Yani, herhangi sınıftan olursa olsun, komünistlerin bir araya gelip kaynaşmalarının bir ifadesi sayılmalıdır. Bu devrimciler, toplumun komünistleşeceğinin ilk habercileridirler. Toplumun ulaştığı noktada, bilinçlenmenin sembolüdürler. Bunlar, hepsi birden, ihtilâlci bir parti hareketi içerisinde, teoriyi canlı tutmak göreviyle yükümlüdürler. Bu görev, yeni teorilerin canlı malzemelerini yaratıp algılamak ve yeniden canlı malzemeler haline getirmektir. Sosyal maddî hayat, burada objektif gerçeklik durumundadır. Yani, komünistler için “nesne” durumunda olan, proletaryanın kendisi değil, onun aksiyonudur.
Siyasî bilince ulaşmış komünistlerin beyninde yansıyan, proletaryanın “kendiliğinden hareketidir”. Bu hareketin komünist öncülerin bilincinden, disiplinli bir teori olarak çıkmasından ve bunun uygulanması için çalışılmasından daha tabiî ne olabilir?
Mehmet Ali Aybar, teorisinin bütün tutarsızlığını, metafizik düşüncesinin bütün ceremesini, Marksizm-Leninizm’e yükleyerek, çıkmazını giderme çareleri aramaktadır. Komünist öncülerin, proletaryayı bir insan yığını halinde ele aldıklarını ve bu yığını kaba bir şekilde, deney için materyal olarak kullandıklarını söylemektedir. Daha da ileri giderek, “insan kasapları” ve daha ne çeşit şeyler olarak ele almaktadır. Elbette ki yanılmakta ve daha vahimi, yanıltmaktadır. Sürekli reddettiği ve fakat bizzat uyguladığı “dışardan bilinçlendirme” ile, proletaryanın bilinçlenmesine set çekmektedir. Şüphesiz ki, yazar da bir bilinç taşıyıcısıdır. Fakat onun proletaryaya taşıdığı bilinç, küçük burjuva ideolojisinin yaygınlaşmasına yarayacak bir siyasetin temeli üzerine yerleştirilmiştir.
Sosyalistler için başlıca ve hatta tek görevin, proletaryanın bilinçlenmesine yardımcı olmak üzere, “sosyalist kitapları” onlara götürmek olması gerektiğini, yazarın ağzından yukarıda açıklamıştık. Gene yukarıda, yazarın bu kendi söylediklerine uymadığını da söylemiştik. Yazarımız, uzun yıllar, Türkiye İşçi Partisi (TİP) nin başında bulunmuş ve fakat hiç bir zaman, partililere Marksist edebiyatı tavsiye etmediği gibi, proletaryanın bu klâsiklerini gözlerden kaçırmaya da azamî gayreti sarf etmiştir. Meselâ, bu parti adına, Marksizm üzerine, bir tek eser bile yayınlanmamıştır. Şimdi de, başında bulunduğu Sosyalist Parti’de (SP) yaptığı, eskisinden farklı değildir. Şimdi de proleterleri, kendi kafasından çıkmış prensipler etrafında toplamaya çalışmaktadır. Proletaryanın “kendiliğinden” hareketlerine bel bağlarken, aktif bir siyasî olan yazarımız, biliyor ki bu durumda, proletarya için tek bir umut kalmaktadır. O da, dört yılda bir seçim. Tam da kendi teorisini destekler mahiyette…

0 Comments:

Post a Comment

<< Home