Tuesday, May 16, 2006

PROLETARYA DİKTATORYASI

Avrupa’nın resmî komünist partileri, “Biz proletarya diktatoryasını reddediyoruz” dedikleri zaman, Mehmet Ali Aybar, yaptığı açıklamalarda, “Proletarya diktatoryası, ayaktaki bir kirli çorap değildir, çıkarılıp atılamaz!” diyerek, düşüncelerini belirtmiş oldu. Gerçi ifade biçimi yabancı idi ama, gene de, taşıyabileceği anlam bakımından, dikkatle izlenme imkânını buldu. Aslında Mehmet Ali Aybar, “proletarya diktatoryası” konusunda, bu zamana kadar, pek bir şeyler söylemek gereğini duymamıştı. Fakat Türkiye’de gelişen Marksist-Leninist düşünce ve onun pratiği, Mehmet Ali Aybar’a, meselenin önemini kavratmıştır. O, bizzat siyasî örgütlenmesini yönettiği legal Marksist anlayışın, bu gelişen ihtilâlci düşünce karşısındaki zaaflarını azaltma yolunu teorik maskelemede görmüş ve Marksizm-Leninizm’e saldırılar düzenleyerek, düşüncelerini sistemleştirme yolunu tutmuştur.
Eğer şu cümleyi, herhangi bir yerini incitmeden kullanabiliyorsak, “proletarya diktatoryası” kavramına, en gerçek anlamını verdiğimizden şüphe duymamalıyız. “Proletarya diktatoryası, sınıf mücadelesinin zorunlu bir sonucudur.”
Bir de, “Proletarya diktatoryası, ayaktaki bir kirli çorap değildir. Çıkarılıp atılamaz!” cümlesinin, bunu ileri süren Aybar tarafından açıklanmasına bakalım. Demektedir ki, “proletarya diktatoryası” Marksizm’de vazgeçilemezdir. Fakat bugün, artık bu kavramın “içeriği” değişmiştir. Peki şimdi bu ne demek olmaktadır? İçeriği değişmiş herhangi bir şeyin, artık o eski şey olmadığı ve ondan herhangi bir şey taşımadığı ortada değil midir? Kavramlar, ancak içerdikleri ile birlikte bir anlam ifade edebilirler. Biçimi yaratan özdür. “Proletarya diktatoryası”nın bir kavram haline gelebilmesi de, özünde taşıdıklarından dolayıdır. Onun kanı ve canı demek olan içeriğini boşaltırsak, karşımızda sadece, adı “proletarya diktatoryası” olan bir kadavra kalmış olabilir.
Aslında yazarımızda bunun farkında olmalıdır ki, “Proletarya diktatoryası kavram olarak reddedilemez” derken, hemen arkasından da; sosyal devrimde yeri olabilecek sınıfları ve zümreleri genişleterek, iktidarın yeni özüyle birlikte, yeni bir kavrama da yer vermiştir. “Proletarya diktatoryası” “içerik” değiştirirken, yerini de, “emekçilerin iktidarı” kavramına terk etmektedir. Gerçek olan ise, bu iki kavramın tamamen ayrı şeyler olduğu ve hiçbir zaman birbirlerinin karşılığında kullanılamayacağıdır.
Sarı enternasyonalın revizyonist önderi Kautsky, Marksizm’in ihtilâl ve devlet fikrine kesinlikle karşı çıkmış ve onu reddetmişti. O, ihtilâl yerine “barışçı geçişi” koymuş, devlet meselesinde ise; 1871 Paris Komünü’ne rağmen, “Parlamenter Cumhuriyet”ten başkasını görememişti. Marksizm’de sınıf mücadelesinin temelini teşkil eden, ihtilâl ve devlet teorilerini açıkça reddetmesine karşılık Kautsky, gene de Marksist olduğunu iddia etmekten geri kalmamıştır. Kautsky’nin bu kadar açık reddinin maddî ortamı, o günkü şartlarda mevcut idi. Hele Alman Sosyal Demokrat Parti’nin varolduğu bir ülkede, bu sözler cesaretle söylenebilirdi. Bu parti ki, o sıralar neredeyse yarım yüz yıla varacak kadar resmen yaşayabilmiş, meclislerde bulunmuş, hükümetlere üye vermiş bir partidir.
Fakat, bugünün hiç bir maddî şartı, meseleyi Kautsky derecesinde koymaya elverişli değildir. Çağ, artık proletarya ihtilâllerine şahit olmuş, Marksizm-Leninizm çağı haline gelmiştir. Marksizm, teori ve pratik bakımından son derece zenginleşmiştir. Bugün artık bu tahrifatı, mümkün olan inceliğinde yapmak gerekmektedir. İşte asıl bizim teorisyenimizin, Avrupa’lı revizyonistlere tepkisi buradan doğmaktadır. O, revizyonizmin kitabına uydurulması taraftarıdır. Mehmet Ali Aybar bilmektedir ki, Marksizm’de ihtilâl ve devlet fikrini reddetmek, bütün olarak Marksizm’i reddetmek demektir. Bu sebeple de, açıkça “proletarya diktatoryasını tanımıyoruz” demelerine karşıdır. Hem anti-Marksist olmak, hem de proletaryanın kurtuluşundan söz etmek gülünçlüğüne düşmeyecek kadar zekâ sahibidir. Yazar, sözde Marks’a ve Engels’e sahip çıkar. Fakat Lenin’e gelindi mi, hele Stalin’e… İşte o zaman okuyucu anlar ki, teorisyenimiz anti-Marksist’tir.
Marksizm’i reddettiği bölümlerde, proletaryanın Marksist-Leninist partisini hedef alarak, şiddetle karşı çıkar. “Proletarya diktatoryası” fikrine, ihtilâle, hatta felsefî temellerine şiddetle saldırarak, proletaryanın kurtuluş umutlarını yok eder. Marksizm’i tahrifte yüz yaşını aşmış oportünizmin binlerce defa kullandığı, “bilimin dondurulamayacağı” ve “Marksizm’in dogma olmadığı” ifadelerine sarılmıştır. Oportünizm en fazla, Marksizm’in bazı ifadelerine, bütünü ile olan ilişkisini gözetmeden bağlanılmasından doğar.
Oportünistler, daha Kautsky’den başlayarak, Marksizm’in, “barışçı geçişi” istisnaî olaylar olarak değerlendirmesini, tam da tersine çevirip; “ihtilâl”i istisnaî durumlara örnek göstermeye çalışmışlardır. Bu elbette ki, bilerek bir reddetmedir. Halbuki, Marksizm’in bir bilim olarak ortaya çıkarılışının daha ilk yıllarında; Marks ve Engels, birlikte ilk eserlerinden olan “Alman İdeolojisi”nde, (1) tarih anlayışlarını açıklarken, “Üretim Güçlerinin Gelişmesi ve Devrim” bölümünde, bu tarih anlayışından şu sonuçların çıktığını yazmışlardır:
“1. Üretim güçlerinin gelişmesinde öyle bir aşamaya varılır ki, bu aşamada yaratılan üretim güçleri ve ekonomik ilişki araçları, mevcut ilişkiler çerçevesinde, zarardan başka bir şey doğurmazlar, bunlar artık üretici güçler değil, yıkıcı güçlerdir (makineler ve para), bununla bağıntılı olarak, toplumun nimetlerinden hiç nasiplenmeden toplumun bütün yükünü sırtında taşıyan, toplumun dışına sürüldüğü için bütün diğer sınıflarla en kesin bir çatışmanın içine itilen bir sınıf belirir. Toplumun bütün üyelerinin çoğunluğunu teşkil eden bu sınıftan, köklü bir devrim gereğinin bilinci, komünist bilinç doğar. Şüphesiz bu bilinç, bu sınıfın durumunun göz önüne alınmasıyla diğer sınıflar arasında da kendini gösterebilir.
“2. Belirli üretim güçlerinin kullanılmasını mümkün kılan koşullar, toplumun belirli bir sınıfının hakimiyetini sağlayan koşullardır. Bu sınıfın mülkiyetinden elde ettiği sosyal güç, pratik ifadesini her seferinde idealist bir kılıkta Devlet biçiminde bulur. Bunun içindir ki her devrimci mücadele, o güne dek iktidarda olan bir sınıfa karşı yürütülür.
“3. Bu güne dek bütün devrimlerde, faaliyet tarzı hiç değişmeden olduğu gibi kalmış, sadece bu faaliyetin farklı bir bölüşümü, başka insanlar arasında yeni bir emek üleşimi söz konusu olmuştur. Oysa komünist devrim önceki faaliyet tarzını hedef alır; emeği ortadan kaldırır, bütün sınıfların hakimiyetine sınıflarla birlikte son verir; çünkü bu devrimi, toplumda bir sınıf sayılmayan, bir sınıf olduğu kabul edilmeyen ve kendisi de bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, milliyetlerin, vb çözülüp dağılışı demek olan bir sınıf gerçekleştirir.
“4. Gerek bu komünist bilincin yığın ölçüsünde yaratılması, gerekse davanın kendisinin başarıya ulaşması için insanların yığın halinde değişmeleri şarttır. Böyle bir değişme ancak pratik bir hareket içinde, bir devrimle mümkündür; dolayısıyla bu devrim, sadece hakim sınıf başka türlü alaşağı edilemeyeceği için değil sadece, aynı zamanda onu alaşağı eden sınıf ancak böyle bir devrimle yüzyılların yığageldiği çirkefi üzerinden atıp toplumu yeni baştan kurabilir hale gelebileceği için de gereklidir…”
İlk bakışta, yazının kapsamına göre uzunmuş gibi görünebilecek olan bu açıklamayı buraya almamız sebepsiz değildir. Marks ve Engels’in bu ilk bilimsel tarih açıklaması, sadece insanlık tarihinin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu sunmakla kalmıyor, aynı zamanda insanlığın kurtuluşunu ve bunun metodlarını da gösteriyor. Bu tarih açıklaması bizlere, insanlığın kurtuluşunun bütün yollarını karartan idealizmin batağından sıyrılıp, Marksizm’in aydınlık yolunu seçmemiz gerektiğini de öğretiyor. Marks ve Engels, bundan sonraki bütün çalışmalarına temel olarak, bu tarih anlayışını almışlardır. Bu anlayışa ulaştıktan üç yıl sonra 1847’de 1848’de patlayacak olan Fransız ihtilâlinin arefesinde, muhtevası son derecede zengin, “Komünist Parti Manifestosu” (2) adlı eserle, sınıf mücadelesinin bilimsel esaslarını çok daha fazla geliştirdiler. Bu eserin, “Burjuvalar ve proleterler” başlığını taşıyan I.Bölüm’ünde, şunları yazmaktadırlar:
“Proletaryanın gelişmesinin en genel evrelerini göz önüne sermekle, bugünkü toplumda süre giden üstü az ya da çok kapalı iç savaşı, bu savaşın tam bir devrime dönüştüğü, ve burjuvazinin zor yoluyla alaşağı edilmesinin proletaryanın hakimiyetinin temelini attığı noktaya kadar izlemiş oluyoruz.”
Gene aynı eserin III. Bölüm’ünde “Eleştirici-Ütopyacı Sosyalizm ve Komünizm” (3) başlığı altındaki yazının bir paragrafında ise, şunlar yazılmıştır:
“Dolayısıyla her türlü siyasî, özellikle her türlü devrimci eylemi reddederler; amaçlarına barışçı yollardan varmak isterler, mutlaka başarısızlığa mahkûm küçük deneylerle ve örnek girişimlerle yeni sosyal İncil’in yolunu hazırlamaya uğraşırlar.”
Bu birkaç cümle de, ”Komünist Parti Manifestosu”nun (4) son satırlarından:
“Komünistler görüşlerini ve hedeflerini gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak bütün mevcut sosyal koşulların zorla değiştirilmesiyle ulaşılabileceğini açkça ilân ederler. Hâkim sınıflar bir Komünist devrimi karşısında titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek hiç bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.
“Bütün Ülkelerin İşçileri, Birleşin!”
Marks’ın 1847 yılında yazdığı “Felsefenin Sefaleti” (5) adlı eserin, “Grevler ve İşçi Dayanışmaları” başlığını taşıyan İkini Bölüm’ünde de, şu aydınlatıcı satırlar bulunmaktadır:
“Bu arada, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık bir sınıfın öteki sınıfa karşı mücadelesidir, öyle bir mücadele ki en yüksek ifadesine götürüldüğünde, toptan bir devrim olur. Gerçekten de, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulmuş bir toplumun nihaî denouement (akıbet) olarak vahşi çelişki ile, bedenin bedenle çarpışması ile son bulmasında şaşılacak bir şey var mı?
“Toplumsal hareketin, politik hareketi içermediğini söylemeyin. Aynı zamanda toplumsal olmayan bir politik hareket yoktur hiç bir zaman.
“Ancak sınıfların ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının artık bulunmadığı bir düzendedir ki, toplumsal evrimler, politik devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana dek toplumun her genel yeniden alt-üst oluşunun arifesinde, toplumsal bilimin son sözü hep şu olacaktır:
“- Ya savaş ya ölüm, ya kanlı mücadele, ya yok olma. Sorun işte böyle amansızca konulmuştur.-“
Bu edebiyatı çok zengin paragraflarda, Marks’ın iki sınıf arasındaki uzlaşmaz çelişkinin nasıl çözüleceğine dair ileriye sürdüğü fikirlerde, karanlık kalmış hiç bir nokta yoktur. Marks sınıf mücadelesinin en yüksek noktasını, “toptan bir ihtilâl” olarak görmektedir. Sınıf çelişkilerinin sona erdiği bir düzende ise, artık savaşların bulunmayacağını, fakat o zamana kadar, “toplumun her yeniden alt-üst oluşunun arefesinde”, “savaşın ve kanlı mücadelelerin” mutlaka varolacağını göstermektedir.
Daha ilerilerde de göreceğimiz gibi, Marksizm baştan sona kadar, proletaryanın burjuvaziyi, ancak toptan bir ihtilâl ile alaşağı edebileceğini, tarihî bir gerçek olarak propaganda etmiştir. Elbette ki bununla kalınmamış, diyalektik sonuçlar olarak, proletaryaya bir de program sunulmuştur. Proletarya, “her yeni gelen devrimin ebesi zor” ile, burjuvaziyi siyasî bakımdan yok ettikten sonra, onun bütün mevcudiyetini ortadan kaldırmak üzere, yeni bir sosyal düzen yaratır. Bu düzenin ekonomik kurtuluşu, “Herkesten kabiliyetine göre ve herkese emeği kadar!” şeklinde bir temel üzerinde sağlanmıştır. Bundan sonra, komünist sosyal rejime geçmek üzere, sınıfların ve buna bağlı olarak, devletin ve demokrasinin yok olup gitmesi gerekir. Fakat daha önce, birbirleriyle kesin ilişkide oldukları bir süreç içerisinde, şu şartlar tamamlanmış olacaktır. Kafa ve kol emeği arasında çelişki kalmayacaktır. Çünkü emek, artık sadece bir geçim aracı olarak ortadan kalkmış, “birinci hayatî ihtiyaç”’ haline gelebilmiştir. Bireylerin çok çeşitli gelişmeleriyle üretici güçler artmış, “bütün kollektif zenginlik kaynakları fışkırmaya” başlamıştır. Artık, “Burjuva hukukunun dar ufukları” da kesinlikle aşılmış ve komünizmin yüksek aşamasına ulaşılmıştır. Bu toplumun kızıl bayrağı üzerinde ise, “herkesten kabiliyetine göre, herkese ihtiyacı kadar!” yazılmış olacaktır.
Burada, proletaryanın yukarıda belirtilen burjuvaziyi yok etme ve sosyalist rejimi uygulayarak, komünizme geçme gibi tarihi görevlerini yerine getirmek üzere bir devlete ihtiyaç gösterdiği ortadadır. Bu devlet, sosyalist devlettir. Ve sınıflı toplumların ürünü olarak, her devlet gibi “bir sınıfın egemenlik aletidir.” Gene her devlet gibi, bu devletin de bir demokrasi anlayışı vardır. Kendinden önceki sosyal rejimlerde devlet, hangi sınıfın hizmetinde ise, onun diktatoryasının aleti durumundadır. Lenin, Marks ve Engels’in devlet konusundaki bütün görüşlerini toplayıp açıkladığı “Devlet ve İhtilâl” (6) adlı eserin, “Marx 1852’de Sorunu Nasıl Koyuyordu?” başlığı altındaki bölümde, şu devrimci sonucu açıklıyor:
“Aslında, sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatoryasının kabülüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Marksist alelâde küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırdeden şey, işte budur.”
Sosyalist devlet, şekil olarak, kapitalist devlete az da olsa benzetilebilmesine rağmen, kesinlikle o değildir. Çünkü sosyalist devlet, kapitalist ve ondan önceki devletlerin tam aksine, sömürüyü ortadan kaldırmaya yönelmiş bir devlettir. Dolayısıyla, üretim araçlarının özel mülkiyetini, ücretli emeği ve nihayet sınıfları ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. İşte bu sebepledir ki, sosyalist devlet, yani “proletarya diktatoryası”; kapitalist devletten, yani “burjuva diktatoryası”ndan nitelik bakımından tam bir zıtlık gösterir.
Marksizm’de devlet meselesinin önemi, diyalektik ve tarihi materyalizmin sınıf mücadelesine kazandırdıkları sayesinde kavranılabilir. Fakat, devrimci Marksist proletarya mücadelesi ortaya çıktığından beri, oportünist liderler bunu kavrama cesaretini gösterememişlerdir. Proletaryanın devletini kabul etmedikleri gibi, ona düşman da olmuşlardır. Devlet sınıflı bir toplumun ürünüdür ve sınıflardan birinin baskı aletidir. Burjuvazi de, proletaryada devlete muhtaçtırlar. Lenin, “Gotha Programının Eleştirisi” (7) adlı yazısında, bu meseleyi şöyle aydınlatmıştır:
“I. Kapitalist toplumda sözcüğün öz anlamıyla devlet. – Burjuvazi devlete muhtaç.
“II. Geçiş (proletarya diktatörlüğü). Geçiş tipi devlet (artık sözcüğün öz anlamında bir devlet değildir). – Proletarya devlete muhtaç–
“III. Komünist toplum: Devletin yokolmaya yüztutması. – Devlete gerek kalmadı. Devlet yokolmaya yüztutuyor. -.”
Proletaryanın devleti, ilk doğuş zamanlarında, henüz “uzun ve ıstıraplı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği” şekliyledir. Bu devlet, bu biçimiyle bile, artık yarı devlet sayılır. Bu devlet, artık toplumun son büyük siyasî devrimini yapıp, gelişmesini neredeyse “sosyal evrimlere” bıraktığı, sınıfların giderek çözülmeye başladığı, proletaryanın diktatoryasını temsil eden bir devlettir.
Burjuva devletinde demokrasi, tam tamına, sömürücü bir küçük azınlığın malı halindedir. Sömürülen en büyük yığınlara ise, diktatoryanın en azgını; sömürü, zulüm, ceza evleri ve yoksulluğun en sefilidir. Bu devlet en gerçek anlamında bir devlettir. Halbuki proletaryanın sosyalist devleti demokrasiyi, dünün sömürülen yoksul yığınlarına sunmaktadır. Burada dünün yoksul yığınları, artık hürriyet içindedirler. Bu dönemin devleti, burjuva unsurlara ve müttefiklerine karşı, tam bir diktatördür. Proletarya kurduğu yeni devleti ile burjuvaziyi ve müttefiklerini tepeleyip geçmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca proletarya, devrimci diktatör devleti ile, eski yapı üzerine, yeni sosyalist rejimi inşa edecektir.
Evet devlet burada, artık en geniş yığınların sosyal düzeni yönetmesine önderlik etmekte, ona yol göstermekte ve fırsatlar hazırlamaktadır. Devlet burjuvaziye karşı güçlendikçe, en geniş yığınlara demokrasi sunmuş olmaktadır. Buradaki devletin güçlenmesi, aslında en geniş yığınların güçlenmesi ile eş anlamlıdır. Sınıfların uzlaşmaz çelişkilerinin uzlaşır çelişkilere dönüşmesidir. Sınıfların yok olma sürecinin hızlanması ve bizzat proletaryanın, sınıf olarak ortadan kalkmasının yollarının açılması demektir. Bu gelişme önce, “proletarya diktatoryası” aşamasında, henüz uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin bulunduğu bir toplumda, devletin gelişmesi şeklinde olacaktır. Fakat ne zaman ki toplum artık bu çelişkilerden kurtulacaktır, işte o zaman, devletin güçlenmesine gerek kalmayacaktır. Buradan itibaren devlet, yavaş yavaş ölüme geçecektir. Bütün bir insanlığın tarihinin yükü altında, hergün defalarca sendeleyerek, kendisini yaratan bütün kurumlarıyla birlikte ölüp gidecek ve insanlık için, yepyeni bir toplumun aydınlık ufukları başlayacaktır.
Burada Engels’in, “Ailenin, Özel mülkiyetin ve Devletin Kökeni” (8) adlı eserinin “Barbarlık ve Uygarlık” başlığını taşıyan bölümünden şu satırları almadan geçemeyeceğiz:
“Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de, kaçınılmaz bir biçimde, yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde, üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini, bundan böyle kendine lâyık olan yere, bir kenara atacaktır: Âsar-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına.”
İhtilâli, devleti ve sınıf mücadelesinin bütün pratiğini birbirlerinden ayırmaya imkân yoktur. Fakat Marksizm’in yeni revizyonistlerinden M.A.Aybar, yüz yıldan fazla mazisi olan oportünizmi, daha ustaca, daha küçük burjuva bilgiçliğiyle ve daha da vakur bir eda ile sahneye koymaya gayret göstermektedir. “Bağımsız Türkiye Sosyalizmi” edebiyatını yaygınlaştırma çabalarının arkasında, şüphe bulunmasın ki, Marksizm’in inkârı ve reddi bulunmaktadır. Bunun arkasında saklı olanlar, tam da bir tezatlar müzesine lâyık olabilecek şeylerdir. Sosyalizm, hem bilim olarak sadece Marksizm’dir; hem de “Türkiye’ye özgü, bağımsız sosyalizm” olabilmektedir. Burada, pratikte açıkça reddedilmiş olan, proletarya enternasyonalizmidir. “Proletarya diktatoryasından vazgeçilemez” denmektedir. Peki ya “yaşasın emekçilerin iktidarı”na ne söylemeli? Burada da açıkça reddine ve inkârına şahit olduğumuz şey, “ihtilâl” ve “proletarya diktatoryası”dır. Hem “bürokrasiye son” denilmekte, hem de parlâmenter cumhuriyete sadık kalınmaktadır. Gene “tek kurtuluş sosyalizm” deyip, “kapitalist olmayan yoldan kalkınma”yı va’z etmek, çok açıktır ki, sosyalist devleti inkâr etmenin ta kendisidir. Ya parti anlayışı, siyasî mücadeleden ne anladığı? Bunları, daha ilerilerdeki sayfalarda göstermeye çalışacağız. Açık olan şudur ki, Aybar, küçük burjuva ideolojisini bir numarada tutmaktadır.
Bugün dünya oportünistleri koro halinde, “şartlar değişti” demektedirler. “Her ülkede sosyalizm modeli ayrıdır” demektedirler. “Marksizm – veya bilim – dogma değildir” demektedirler. Fakat bu arada, Marksizm – Leninizm adına, evrensel olabilecek her bir şeyi tepeleyip geçtiklerini saklayamamaktadırlar. Karakteristikleri, proletaryayla burjuvaziye hakemlik edermişçesine, hep ikisi arası bir şeyler bulmaya çalışmalarıdır. Felsefede idealizm ile Marksist materyalizm arasında bocalayıp kalmaya mahkûmdurlar. Bundan dolayıdır ki, revizyonizm batağı içerisinde, Marksizm-Leninizm’e saldırmaları normaldir.
Biz şimdi yeniden, Marksizm’de proletarya ihtilâlinin teorik açıklanmasına dönelim. Marks, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” (9) adlı kitapta toplanan yazılarından, “Haziran 1848 yenilgisi” başlığını taşıyanında, evrensel öneme sahip sonuçlara ulaşmıştır:
“Paris proletaryasını Haziran ayaklanmasına zorlayan burjuvazi olmuştur. Onun mahkûmiyet kararı bundan ileri gelmektedir. Proletaryanın dile getirilmiş en yakın gereksinmeleri de değildi zor yoluyla burjuvaziyi devirme isteğine onu iten, henüz bu işi yapacak boyda değildi. Şimdiki zamanın artık, cumhuriyetin, proletaryanın hayallerini gerçekleştirmeyi düşündüğü o eski zaman olmadığını moniteur resmen ona öğretmek zorunda kaldı ve burjuva cumhuriyetinin bağrında, kendi durumunda en ufak bir iyileşmenin, bir utopya olarak, gerçekleştirmek istenir istenmez cinayete dönüşen bir utopya olarak kaldığı gerçeğine onu yalnız yenilgi inandırabildi. Şubat devriminden ödün olarak koparmak istediği, biçim bakımından abartılmış, içerik olarak çocuksu, bu yüzden de burjuvaca olan hak istemlerinin yerini devrimci savaşımın gözüpek sloganı aldı: Burjuvazinin devrilmesi: İşçi sınıfının diktatoryası!”
Tarihin geçmişteki tecrübelerine, toplumun yeni gelişmeleri de eklenince, sınıf mücadelesinin evrensel öneme sahip, temel noktaları da ortaya çıkmış bulunmaktadır. Artık Marks ve Engels, bundan sonra proletaryanın ihtilâlci izlerini taşıyan her sosyal olaydan, sınıf mücadelesinin esaslarını geliştirmek üzere yararlanmışlardır. İşte 5 Mart 1852 tarihinde Marks, Weydemeyer’e yazdığı mektubunda, (10) bu noktalara şöyle işaret etmektedir:
“…Bana gelince, ne modern toplumdaki sınıfların varlığını ne de bunların kendi aralarındaki mücadelesini bulmuş olmak onuru bana ait değildir. Benden çok uzun zaman önce, burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihi gelişmesini çizmişler ve burjuva iktisatçıları da bu gelişmenin ekonomik anatomisini dile getirmişlerdi. Benim yeni olarak yaptığım şudur: 1. Sınıfların varlığının, yalnızca üretimin belirli tarihi gelişme aşamalarına bağlı olduğunu tanıtlamak, 2. Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü tanıtlamak, 3. Bu diktatörlüğün kendisinin de, ancak, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten başka birşey olmadığını ortaya koymak.”
12 Nisan 1871 tarihinde Kugelmann’a yazdığı mektupta (11) ise Marks, bu sonuçlara daha 1850’de ulaştığını belirtir:
“Benim Onsekizinci Brumaire’nin son bölümüne bakarsanız görürsünüz ki orada, – Fransız ihtilâlinin gelecek teşebbüsü artık bürokratik askeri makinayı bir elden diğerine geçirmek değil, fakat onu parçalamak olacaktır ve bu, Kıtadaki bütün gerçek halk devrimleri için esastır – diyorum. Ve kahraman Parti yoldaşlarımızın Paris’de yapmaya çalıştıkları da budur.”
Meselenin derinine inmeye cesareti olmayan bir çok siyasî yazarımızın Marksizm’i anarken yaptıkları, yarattıkları yanlışlıkar abidesine haklılık kazandırmak üzere, “bilimsel sosyalizm” deyimini plâket olarak yapıştırmaktan başka bir şey değildir. Devlet meselesinde, “sosyalist devlete” daha da açıklık getirmek üzere, her bir satırı yüklü bir anlam ifade eden, şu uzunca parçayı almadan geçemeyeceğiz. Sözü geçen yazı, kısa adıyla “Anti-Dühring” (12) diye anılan eserin, “Sosyalizm” başlıklı kısmının, “Teorik Bilgiler” bölümünden alınmıştır.
“Kapitalist üretim biçimi, nüfusun büyük kısmını gitgide proleter haline dönüştürürken, yok olma tehdidi altında, bu devrimi gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır. Toplumsallaşmış (socialisès) büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyeti haline dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir. Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti haline dönüştürür. Ama bunu yapmakla proletarya olarak, kendi kendini ortadan kaldırır.
“Bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. Sınıf karşıtlıkları içinde evrimlenen daha önceki toplumun devlete, yani her durumda, sömürücü sınıfın kendi dış koşullarını sürdürmek, öyleyse özellikle sömürülen sınıfı, varolan üretim biçimi (kölelik, toprak kölelilği, ücretlilik) tarafından verilmiş baskı koşulları içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinim vardı. Devlet, tüm toplumun resmî temsilcisi, onun gözle görünür bir kurul halindeki sentezi idi, ama bu, tüm toplumu, zamanı için, kendi başına temsil eden sınıfın devleti olduğu ölçüde böyle idi: İlk çağda, köle sahibi yurttaşların; orta çağda feodal soyluluğun; çağımızda, burjuvazinin devleti. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi haline geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve üretimde daha önceki anarşi tarafından gerçeklenen bireysel yaşama mücadelesi ile birlikte, bundan doğan çatışmalar ve aşırılıklar da ortadan kalkınca; artık bir baskı gücünü, bir devleti zorunlu kılan, bastırılacak hiçbir şey yok demektir. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem, – üretim araçlarına toplum adına el konması –, aynı zamanda onun devlet olarak onun kendine özgü son eylemidir de. Bir devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz hale gelir ve o zaman ister istemez uykuya dalar. Kişilerin hükümeti (gouvernement), yerini, şeylerin idaresi (administration) ve üretim işlemlerinin yönetimine (direction) bırakır. Devlet – ilga – edilmez, söner. “Özgür halk devleti” üzerindeki kof cümlenin, ajitasyon aracı olarak geçici doğruluğu bakımından olduğu kadar, bilimsel fikir olarak kesin yetersizliği bakımından da değerlendirilmesini işte bu sağlar; bunun gibi, anarşist denilen kimselerin, devletin bugünden yarına ortadan kaldırılması (ilga edilmesi) yolundaki istemlerinin değerlendirilmesini de.”
Mehmet Ali Aybar, bir çok defalar, Marksizm’in devlet konusundaki tariflerini yorumlama yoluna gitti. Fakat her zaman da, asıl önemli olanı bir türlü olduğu şekliyle göremeyip, hep ona ters anlamlar izafe etti. Devlet “ölür” dedi, “söner” dedi. Sözü geçen bu proletarya devletinin ise, burjuva devletini ortadan kaldırarak yerine geçtiğini bir türlü anlamak istemedi. Aybar, devlet kavramının Marksist muhtevasını kavramakta o kadar geridedir ki, “emekçilerin iktidarı” diye tanımladığı halkçı bir devleti, proletarya devletinin karşısında olarak propaganda etmeye uğraşmaktadır. Propaganda etmeye uğraştığı devlet, aslında, restorasyona uğratılmış, şu bildiğimiz burjuva devletinin ta kendisidir. Bu devletin bütün suçu, bürokratik bir yapıya sahip olması olarak gösterilmektedir. Halbuki, bu bürokratik yapı sadece bir sonuçtur ve temel sebebi de, sömürünün varlığıdır. Devlete esas olarak ilişmeden, bu bürokratik yapının ortadan kaldırılamayacağını nasıl oluyorsa, kavrayamamaktadır.
Bürokrasi, sömürücü burjuva hakim sınıfının emri altında, devlet organizasyonunun temellerinden birisidir. Kendisi hiç bir zaman, kendisi için idarî mekanizmaya saip olamayacağı gibi, hayatı, burjuvazinin hayatına bağımlıdır.
Bu konuda, “Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i”nin (13) son bölümünde Marks, şunları yazmaktadır:
“Fakat mutlak monarşi devrinde, Birinci Devrimde, ve Napolèon zamanında, bürokrasi, burjuva egemenliğini hazırlama aracından başka bir şey değildi. Restorasyon devrinde, Louis Philippe ve parlamenter cumhuriyet zamanında, bürokrasi, – bağımsız olma yolundaki çabaları ne olursa olsun – egemen sınıfın maşası idi.”
Şimdi soralım: Burjuva devletini bürokrasiden arındırarak, toplumun kurtuluşu sağlanmış olur mu? Yahut da, bu devleti tamamen ortadan kaldırmadan bürokrasiden kurtulmanın imkânı olabilir mi? Bürokratik yapıyı, bu devletin sömürücü niteliğinin bir sonucu olarak görmeyen her kişi, Marksizm’in devlet konusundaki görüşlerinin bir tekini bile anlayamamış demektir.
Marks’ın “Enternasyonal Emekçiler Derneği Genel Kurulu’nun 1871 Fransız İç Savaşı Üzerine Hitabı”nda (14) belirttiği şu noktalar, son derecede önemlidirler. Burada Marks, Komün’ün burjuva devletini nasıl kırıp parçaladığını açıklıkla anlatmaktadır:
“…Bundan dolayı Komün’ün ilk kararı devamlı ordunun kaldırılması ve yerine silahlı halkın konması oldu.
“Komün, şehrin çeşitli bölgelerinde genel oy hakkıyla seçilen, sorumlu ve azli kısa bir devrede mümkün belediye meclisi üyelerinden oluşuyordu. Üyelerinin çoğu doğal olarak emekçiler veya onların tanınmış temsilcileri idiler. Komün, parlamenter bir kuruluş değil, hem yürütme hem de yasama görevi olarak çalışan bir kuruluş olacaktı. Polis, merkezî Hükümetin bir aracı olmaya devam edeceği yerde, elinden siyasî nitelikleri alınarak, Komün’ün sorumlu ve her an azli mümkün bir aracı haline getirildi. İdarenin diğer dallarındaki memurlara da aynı şey uygulandı. Komün üyelerinden başlayarak aşağıya doğru kamu hizmetleri, emekçi ücretleri seviyesinde ücretlerle yapılacaktı. Devletin yüksek rütbeli memurları, kazanılmış hakları ve temsilcilik ödenekleri ile beraber ortadan kaldırıldılar. Kamu işlevleri, Merkezi Hükümetin âlelerinin özel mülkiyeti olmaktan çıktılar. Belediye idaresi ile beraber şimdiye dek Devlete ait olan bütün meşru haklar Komün’ün ellerine teslim edildi.”
Yazının devamında, “mülk sahibi kurumlar olarak kiliselerin dağıtılması” ve “vakıfların geri alınması” işlemine girişildiği, “eğitim kurumlarının tümünün kilise ve devlet müdahalesinden” kurtarıldığı; bu şekilde, “bilimin kendisinin de, sınıf ön yargılarından ve devlet gücünün üzerine yüklediği zincirlerden kurtulmuş olduğu, adlî memurların da, seçimle göreve geleceği ve azillerinin mümkün olacağı ve daha bir çok şey anlatılmaktadır.
Bürokrasiyi, bir mekanizma olmaktan çıkarıp, bir ahlâksızlar, kötüler zümresi veya sınıfı halinde göstermeye çalışmak, basit bir küçük burjuva demokratının dar görüşlülüğünün ifadesinden başka bir şey değildir. Bir ütopyacı sosyalistin, küçük burjuva ahlakçılığının bundan daha güzel bir örneği bulunabilir mi?
Marksizm-Leninizm’in devlet konusundaki teorilerine bir göz atmış her kişi, proletaryanın bu aşamadaki mücadelesinin amacının, burjuvaziyi yıkıp, siyasî iktidarı ele geçirmek olduğunu öğrenmiş olmalıdır. Bununla beraber ve aynı zamanda da, şunu da öğrenmiş olmalıdır: Burjuvaziyi yıkmak demek, onun devletini, yani esas olarak; askerini, polisini, bürokrasisini, adlî kurumlarını, parlamentosunu, dini kurumlarını, hukukunu ve benzerlerini ilga etmek demektir. Söz konusu olan, konumuzun esası olan, burjuvaziyi tarih sahnesinden, bir daha gelemeyeceği şekilde kovmaktır. Bu anlamda, onun devletini ilgaya hazırlanmalıyızdır. Ve yerine yeni bir devleti, “proletarya diktatoryası”nı kurmaya…
Yazarımızın kavrayamadığı şeylerden birisi de, “geçiş devleti” meselesidir. Yazarımız burada, “proletarya diktatoryası” kavramını ya da esasını reddedişinin en esaslı sebebini ileri süren bir tutum içerisinde görünmektedir. Son derecede cüretkârane, şunları söylemektedir:
“Stalin, sonradan bu teorinin yeterince geliştirilmediğini ileri sürecek ve – kapitalist çemberleme – devam ettikçe, devletin güçlenmesi gerektiğini söyleyecektir. Ve sözde geliştirdiği Devlet teorisine dayanarak, devrimin evlatlarını yiyen korkunç polis devletini ve emekçi yığınlarından kopuk bürokrasinin egemenliğini kuracaktır.”
Eğer, burjuva ve küçük burjuva çevrelerindeki amansız Stalin düşmanlığının kaynağının, onun gerçek bir komünist olmasından doğduğunu bilmeseydik, yazarımızın Stalin’le özel bir hesabı olduğu kanaatına kapılabilirdik. Yazının bütün gelişimi içerisinde, Marksizm’in reddi, Marks’ın ve Engels’in utangaç bir inkârı, Lenin’in daha açık, fakat Stalin’in ise en tam bir reddedilişi görünmektedir. Yazar, Marksizm’in bütün öteki revizyonistleri gibi, hep bir kaç düşünce üzerinde durmakta ve böylece, Marksizm’e yeni bir kisve getirmeye çalışmaktadır. Marks’ın, İngiltere ve Amerika için, barışçı geçişin mümkün olabileceği düşüncesini, her seferinde, binlerce sayfa arasından çıkarıp; bunu, Marksizm’in proletarya ihtilâli fikrini hiç göz değerine almaksızın sunmaları, gözlerden kaçmamaktadır. Engels, Manifesto’nun “1888 İngilizce Baskıya Önsöz”ünde, “İşçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır” (15) düşüncesiyle hareket ettiklerini yazmaktadır. Bu cümleyi de oportünistler, Marks ve Engels’in önder partiyi reddetmelerinin bir kanıtı olarak göstermeye bayılırlar.
Evet, devletin güçlendirilmesi meselesi… Buraya gelindi mi, Marksizm’in inkârı, yazarımızda son merhalesine kadar ulaşıyor. Gelecek olan nasıl bir devlettir? Bu devlet için “yarım devlettir” denilmiştir. Bu devletin “söneceği” söylenmiştir. “Uykuya dalacağından” söz edilmiştir. Ve tarihi olarak, “devletin ortadan kalkacağı”, “yok olacağı” bildirilmiştir. Yazara göre, Marks, Engels ve Lenin’in fikirleri birdir. Fakat Stalin’in … Bakalım gerçekten yazarımız haklı mıdır? Yoksa tahrif, yazarımızın bir mesleği haline mi gelmiştir. Bu sorulara en güzel cevabı, bilinçli okuyucularımız vereceklerdir.
Lenin bu konuyu, “Devlet ve İhtilâl” (16) adlı eserinin II. Bölüm’ünde, şöyle açıklamaktadır:
“Gene burada, son derece ilginç ve Marksizm’in – unutulmuş sözleri – arasında olan bir devlet açıklaması buluyoruz: – Devlet, yani egemen sınıf olarak örgütlemiş proletarya –”
Lenin devam ediyor:
“Proletaryanın devlete gereksinimi vardır. Bütün oportünistler, bütün sosyal – şovenler ve bütün Kaustkistler, Marks’ın öğretisinin böyle olduğunu söyleyerek, bunu yinelerler; ama eklemeyi “unuturlar” ki, Marks’a göre, ilkin proletaryaya, ancak “sönme” yolunda, yani hemen sönmeye başlamış ve sönmeden edemeyecek biçimde kurulmuş bir devlet gerekir. İkinci olarak, emekçilerin, “egemen sınıf halinde örgütlenmiş proletarya” olan bir “devlet”e gereksinimleri vardır.”
Aynı bölümün sonlarında ise Lenin şöyle yazmaktadır:
“Proletaryanın, sömürücülerin direncini bastırmak için olduğu kadar, nüfusun büyük yığınları – köylülük, küçük burjuvazi, yarı-proleterler – sosyalist ekonominin “kurulması” işinde yönetmek için de devlet iktidarına, merkezî bir güç örgütüne, bir zor örgütüne gereksinimi vardır.”
Stalin, bunun dışında ne demiş ve ne yapmıştır ki? Son derecede kanlı bir iç savaşın arkasından, toplumun içinde hâlâ taşıdığı burjuva parazitlerini temizlemek, emperyalist kapitalizmin saldırganlığını göğüslemek ve nihayet; sosyalist bir cumhuriyeti inşa edebilmek için, gerçekten “güçlü bir örgüte, bir zor örgütüne ihtiyaç” yok mudur? Engels, “devletin bir baskı gücü” olarak ortadan kalkacağını söylemekte, fakat kalkmadan önce de, “bütün toplumun temsilcisi olarak, üretim araçlarına toplum adına el koyacaktır” demektedir. Engels, biraz yukarıda aktardığımız parçasında, anarşistlerin, devletin, hemen ortadan kaldırılması, “ilga” edilmesi yolundaki iddialarının saçma ve değersiz olduğunu da açıklamıştır.
Proletarya devleti, bir “diktatorya” olarak, elbetteki güçlü olmalıdır, Bu devletin güçlü bir devlet olarak ayırdedici karakteristiği; şüphesiz ki “bir baskı gücü” olarak, yoksul yığınlara hizmet etmesinde ve burjuvaziye karşı amansız derecede düşman olmasında aranmalıdır.
Son otuz yıldır, “bilimsel sosyalizme” yöneltilen saldırılar, Stalin üzerinde merkezleşmektedir. Stalin, Marksizm-Leninizm’e kötü bir örnek olarak gösterilmektedir. Şunu belirtmeliyiz ki, dünya devrimci proletaryası, Stalin gibi bir öndere sahip olmaktan dolayı şeref duyduğunu, her vesile ile açıklamıştır. Bütün halk demokrasilerinin devrimci proletaryası ve halkları, Stalin’in önderliğindeki Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne, büyük güven göstermişlerdir. Gerek mücadele esnasında omuz-omuza yürüyerek, gerekse de zaferi tam kılabilmek için, sosyalizmin inşasında ve emperyalist-kapitalizmin çökertilmesinde, enternasyonal birlik ve ittifakın disiplinli bir örneğini vermişlerdir. Stalin, yol gösterici niteliğini, çağın ihtilâlci hareketinin önderleriyle kurduğu yoldaşlık bağlarıyla da ispat etmiş olmalıdır. Bu vesileyle ve o günkü ortamın da anlaşılabilmesi için, Stalin’in Mao’ya yolladığı bir mektubu aşağıya alıyoruz: (17)
“Başkan arkadaş, Japon emperyalistlerine karşı elde edilen zaferin yedinci yıl dönümü dolayısıyla, Sovyet halkı ve Sovyet ordusuna karşı ifade ettiğiniz hislerinize karşı teşekkürlerimi kabul etmenizi rica ederim.
“Bu tarihî zaferde, Japon saldırısının tasfiyesini kolaylaştıran Çin halkının ve onun Halk kurtuluş Ordusunun Kahramanlığının ve fedakârlığının dev bir payı vardır.
“Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin arasındaki büyük dostluk yeni bir saldırının tehlikesine karşı emin bir teminat, Uzak-Doğu’da ve bütün dünyada barışın kudretli bir kalesidir.
“Başkan Arkadaş, Çin Halkının Japon boyunduruğundan kurtuluşunun yedinci yıldönümü dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin ve Sovyet Ordusunun selamlarını kabul etmenizi rica ederim.
“Yaşasın Çin Halk Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği’nin yıkılmaz dostluğu!
“Yaşasın Çin Halk Cumhuriyeti’nin Halk Ordusu! 2 Eylül 1952”
Küçük burjuva demokratları, sözde sosyalistlerimiz, sosyalizmi bir hayal olarak göstermekte burjuvazi ile yarışmaktadırlar. Meseleyi psikolojik değerlendirmelere tabi kılarak, Stalin’in kişiliğini araştırmaya kadar yönelmişlerdir. Sınıf diktatoryasını, basbayağı bir kişi diktatörlüğü derecesine kadar düşürmüşlerdir. Aynen burjuvalar gibi.
Devlet hemen yok mu olacaktır? Verecekleri cevap, “kesinlikle hayır” olacaktır. Onlar, devlete karşı değillerdir. Üstelik, devlet fikrine hayranlıkları da vardır. Devlet üzerine çalışmaları, belki de meselelerinin temelini teşkil eder. Fakat emin olalım ki, kafalarında tasarladıkları ve hayal ettikleri devlet, sadece ve sadece, hayal güçlerini zorlayarak, biçimde değiştirdikleri burjuva devletinden başkası değildir. Onlar ki, devlete en çok hayranlık besleyenler arasında sayılırlar. Fakat Marksizm “devletin güçlendirilmesi gerektiğini” söylediğinde, bunlar toptan karşı çıkarlar.
Marks’ın kaleme aldığı, “Enternasyonal Emekçiler Derneği Genel Kurulu’nun 1871 Fransız İç Savaşı Üzerine Hitabı” (18) adlı yazıda, Derneğin Avrupa ve Amerika Birleşik devletleri’ndeki bütün üyelerine, tam da Komün’ün gerçekleştiği gün olan 18 Mart’ta, şöyle sesleniliyordu:
“Hakim sınıfların yenilgi ve ihanetleri arasında Paris proleterleri, kamu işlerinin yönetimini üzerlerine alarak, durumu kurtarmak zamanının geldiğini anlamışlardır… Anlamışlardır ki, zorunlu görevleri ve mutlak hakları, devlet iktidarını ele geçirerek kendilerini kaderlerinin efendisi kılmaktır.
“Ama işçi sınıfı hazır devlet mekanizmasına hemen el koyup, onu kendi amaçları için kullanamaz.”
Gene Marks, 1875’de yazdığı “Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları” (19) başlıklı incelemesinin, “Devletin Özgür Kuruluşu” bölümünde şöyle demektedir:
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasi geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, porletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”
Aynı eserde (20) Marks, şunları da yazmıştır:
“Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin iş bölümüne ve onunla birlikte kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayatî gereksinme haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kollektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman; ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları da kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: “Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!”
Demek ki sosyalist devlet, toplumun komünistleşmesi için üzerine almış olduğu tarihî sorumluluğun ciddiyetine uygun şekilde, güçlü bir devlet olacaktır. Yukarıda Marks’ta da gördüğümüz gibi, komünist topluma geçiş süreci içerisinde, proletaryanın yeni bir devlete ihtiyacı vardır. Henüz toplum, içinden çıkıp geldiği toplumun pislikleri içerisindedir. Sömürücü sınıflar siyasî bakımdan yenilmiş, fakat yok edilememişlerdir. Şimdi yeni bir siyasî iktidar, proletaryanın sınıf çıkarlarına çalışmaktadır. Burada, bu siyasî iktidarın somut biçimi olarak devlet, proletaryanın devrimci diktatoryasından yani güçlü bir devletten başka bir şey değildir.
Bu devlet, güçlendirilecektir. Sınıf mücadelesinin şartlarını yerine getirebilmek için, sosyalizmi inşa edebilmek için. Objektif şartların gereklerine uygun olarak da, devletin bazı yönlerinin geliştirilmesine, özel bir önem gösterilecektir. Örnek olarak, emperyalist – kapitalizmin açık tehdidi altında bulunan Sovyetler Birliği’nde, devletin savunma gücü olarak ordunun geliştirilmesi önem kazandı. İçeride sınıf mücadelesinde ise, sınıf düşmanlarına karşı mücadelede ve sosyalist inşada, ihtilâlin öncüsü olarak, proletaryanın bilinçli unsurlarının teşkil ettiği partinin güçlendirilmesi önem kazandı.
İkinci emperyalist savaş, bu devlet tipinin neden böyle güçlendirilmek zorunda bulunduğuna, sağlam bir cevap teşkil eder.
Sovyetler devleti, bir an önce, kendi varlığının artık en önemli sebebi halini almış olan, “üretim araçlarına toplum adına el koyması” eylemini gerçekleştirmeye başladığı anda, sınıf mücadelesi de, bir anda en yüksek noktasına ulaştı. Fakat, gerçekten Sovyetler Devleti toplum adına üretim araçlarına el koymayı başardı. Sosyal gelişmenin esas unsurlarından olan, sanayileşmeye geçildi. Bu da başarıldı. Sovyetler Devletinin bir an önce güçlenmeye ihtiyacı vardı. Emperyalistler arası savaşın ve ilk ve tek sosyalist devlete emperyalist saldırının kaçınılmazlığını teşhis etmiş olan, Stalin yönetimindeki Komünist Parti, yönettiği devletin bütün gelişmesinin, dünya proletaryasının hayrına çıktığını ispat etmiştir.
“Proletarya diktatoryası”nı bürokrasi ile eş gören Mehmet Ali Aybar’ın, ancak bu kadar düşünebilmesi, elbette ki hiç bir şekilde hoş görülemez. Fakat, ancak bu kadar düşünebilmesi de, bizi şaşırtmamalıdır. Çünkü yazar, Marksizm-Leninizm’in devlet teorisini ve proletarya ihtilâlini kavramış değildir. Bu daha, sınıf mücadelesinin ilk şartlarındaki anlayışsızlıktan ileri gemektedir. Bütün oportünistlerin baş tacı ve revizyonistlerin ilk inkârı olan, “Barışçı geçiş” teorisine saplanmış olmaktan ileri gelmektedir.Marksizm-Leninizm’in reddinden doğan teorik boşluk, yazarımıza yeni bir teori yaratma imkânı hazırlamış olmaktadır. İşte buradan itibaren saygı değer yazarımız, uzun sayılabilecek siyasî hayatında, belki de ilk defa, Marksizm-Leninizm’den böyle uzun uzun söz etmeye başlayacak ve Marksizm’i sonradan öğrenmenin kısa yoluna baş vurup; Duverger’leri, Bettelheim’leri, Mandel’leri, Marcuse’leri, Althusser’leri; kısaca, Marksizm-Leninizm’in en kaba yorumcularını izleyecektir.

0 Comments:

Post a Comment

<< Home