Wednesday, May 17, 2006

ÖNSÖZ

Burada okuyacağınız yazılar, 12 Mart 1971 faşist askerî darbesi ile 12 Eylül 1980 faşist askerî darbesinin ara döneminde yazılmıştır. Bu yazılarda, hem o dönemin devrimci hareketlerinin görüşlerini, hem bu çevreleri bir çok zaman meşgul eden konuları; hem de, sınıflar mücadelesinin taraflarca değerlendirilmesini bulacaksınız.
Emperyalist kapitalizmin dayattığı “küreselleşme”nin, zorbalıkla dünyaya hükmetmek ve dünyayı sömürmek olduğunu fark eden dünya halkları, bu sisteme baş kaldırmaktadırlar.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği dağıldıktan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin liderliğindeki emperyalist kapitalizm dünya dengelerini kendi lehlerine çevirdikten sonra; devrime olan inançlarını kaybetmiş olanların, tek kurtuluşun sosyalizmde olduğunu kabul ederek, raflarda tozlanmaya, belki de farelerin kemirmesine bırakılmış Marksist-Leninist eserleri hemen masalarının üzerine koymaları gerekir.
Umutlarını kaybetmiş olanlara, Irak’daki, Filistin’deki, Afganistan’daki anti-emperyalist direniş; Latin halklarının sosyalist rejimi seçerek, emperyalist sistemden kopmaları, umut kaynağı olmalıdır.Bu yazılar, yazıldığı yıllarda daktilolarda çoğaltılıp, “B.U.” imzasıyla okuyucuya sunulmuştur. Bugün bu yazıları yeniden gün ışığına çıkarmamıza gelince: Ülkemizde de devrimci hareketi yükseltmenin objektif şartları oluşmuş durumdadır. Bu yazılar, “bilimsel sosyalizm”i unutmuş olanlara bir hatırlatma; yeni başlayanlara ise, bir ölçüde de olsa, tanıtma amacıyla buraya, bu zamanda alınmıştır.

İÇERİK ADRESLERİ

http://yeraltiyazilari.blogspot.com
PROLETARYA İHTİLÂLİNİN TEORİK MESELELERİ
- ÜÇ PROPAGANDA YAZISI -
- GİRİŞ
- PROLETARYA DİKTATORYASI
- ÖZEL ÖNEMİ OLAN BİR FELSEFÎ KONU: BİLİNÇ
- PARTİ MESELESİ
• Genel bakış
• Türkiye’de proletarya mücadelesi
• Türkiye’de rejimin siyasî yapısı
• Mekanizma nasıl kurulmalıdır
• Bitirirken bir kaç not

* * *
http://yeraltiyazilari2.blogspot.com
DEVRİMCİ SENDİKACILIK
- CHP, TKP’Yİ DİSK’DEN KOVUYOR
- ULUSAL DEMOKRATİK CEPHE (UDC)
- KOMÜNİSTLERİN SENDİKA HAREKETİNE BAKIŞLARI NASIL OLMALIDIR
- GÜNEY’DE SENDİKALAR KONUSUNDA YAPILAN TOPLANTILAR ÜZERİNE

* * *
http://yeraltiyazilari3.blogspot.com
FAŞİZM VE REVİZYONİZM HAKKINDA AÇIKLAMALAR
- TÜRKİYE’DE EMPERYALİZME BAĞIMLI BURJUVAZİNİN SINIF HAKİMİYLETİ “FAŞİST DİKKATÖRLÜK”;, BU SINIF HAKİMİYETİNİN ALETİ OLARAK DEVLET İSE, “FAŞİST”DİR
- REVİZYONİZME KARŞI KOMÜNİST TUTUM

* * *
http://yeraltiyazilari4.blogspot.com
ENTERNASYONAL PROLETARYA BİRLİĞİ
- YOLDAŞ “A.D”

* * *
http://yeraltiyazilari5.blogspot.com
“ TÜRKİYE KOMÜNİSTLER BİRLİĞİ”NİN YAYIN ORGANLARIYLA İLGİLİ ELEŞTİRİ NOTLARI"
- GİRİŞ
- BİRİNCİ BÖLÜM
- İKİNCİ BÖLÜM

Tuesday, May 16, 2006

PROLETARYA İHTİLÂLİNİN TEORİK MESELELERİ (ÜÇ PROPAGANDA YAZISI)

GİRİŞ

1976 yılı içerisinde, Avrupa’nın resmî komünist partileri, “proletarya diktatoryası” fikrini tamamen reddettiklerini, resmen açıkladılar. Bu olay, elbette ki bütün dünyada geniş tartışmalara yol açtı. Türkiye’de de, proletarya mücadelesinin en iyi örgütleri olduklarını iddia eden resmî ve gayri resmî siyasî gruplar, mesele hakkında tepkiler gösterdiler.
Bunlardan bir kısmı, bu hareketi şiddetle protesto eder göründüler. Bunlar esasta, kendilerinin de kayıtsız şartsız teslim olduğu, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin önderliğindeki revizyonist kampın parçalanmasını protesto etmekteydiler. Nitekim, son Avrupa Komünist Partileri toplantısı, Sovyetler Birliği’nin, Avrupa resmî komünist partilerinin bütün geri adımlarını nasıl candan desteklediğini ortaya koyunca; mesele, bu gruplar tarafından gereken ilgiyi görmemeye başladı.
Bazı gruplar ise, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin önderliğindeki revizyonist kampın parçalanması meselesini ön plâna çıkararak, Avrupa Komünist Partilerinin, sınıf mücadelesini en açık biçimde reddetmelerine, genel olarak pek önem vermediler. Bunlar, Çin Komünist Partisi’nin revizyonist hâkim görüşünü benimseyerek meseleye eğilenler idiler.
Ağır başlı, içi en kof revizyonizmin bazı Türkiye’li temsilcileri de, İtalyan revizyonistlerinin biricik önderi ve revizyonizmin bugünkü önde gelen Avrupalı teorisyeni Berlinguer ile, Fransız revizyonizminin başarılı uygulayıcısı Marchais’yi ve İspanyol Carrillo’yu, dolaysız ve candan alkışladılar.
Bazıları da, bu meseleye hiç mi hiç dokunmadılar. Bunlar, genellikle orta yolcu, bu tip gelişmelere karışıp bulaşmamakta fayda gören, üstün siyaset erbabı pozunda olanlar idi.
Sınıf mücadelesinin tabiî bir sonucu olarak, “proletarya diktatoryası”ndan vazgeçmenin mümkün olamayacağını söyleyen siyasî grup ve kişiler de ortaya çıktı. Bu çıkış, bu kadarıyla elbette ki doğrudur ve sınıf mücadelesinin Marksist – Lenininst öncülüğüne yapılan saldırıları önlemek için iyi bir başlangıçtır.
Bizim, meseleye önem vermemiz, bu kavram çevresinde yaratılan fırtınanın içerisinde, kavramın ulaştığı örgütlenme meselesine, yeniden bir bakış getirmektir. “Proletarya diktatoryası” kavramı içerisinde, Marksizm-Leninizm’in sınıf mücadelesinin ihtilâlci metoduyla, yeni sosyalist devletin inşası ve komünizmin yaratılması ve bunların içerdiği herşey aranmalıdır.
Marksizm’in ve daha sonra da, Marksizm-Leninizm’in her türlü tahrifatının esas göstergesi, proletaryanın siyasî parti örgütlenmesi olmuştur. Sınıf mücadelesi ile neyi kastettiklerini, en iyi onların siyasî örgütlenmelerinden çıkarmak mümkündür. Bu neden ile, henüz Türkiye’de proletarya partisini yaratma göreviyle karşı karşıya bulunduğumuzu da gözönüne alarak, parti meselesini hep ön plânda tuttuk.
Sınıf mücadelesinin herhangi bir anında, burjuvazinin geçici bir galibiyet sağlaması halinde, dünya devrimci mücadele tarihinin tecrübeleri göstermektedir ki, Marksizm-Leninizm gözden geçirilmeye başlanır. Bu gözden geçirme işlemi, Marksizm-Leninizm’e bir bilim olarak baştan beri sahip çıkmaya cesareti olmayan, küçük burjuva sözde sosyalistleri tarafından, hararetle kabul edilen bir olay olur. Böyle durumlarda, Marksizm-Leninizm’den başka, her türlü burjuva ve küçük burjuva düşüncesi, proletarya hareketi içerisinde kol gezer. İşte, tam da böyle ortamlarda, Marksist-Leninist düşüncenin sürekli olarak ileri sürülmesi gerekir.
Avrupa’lı revizyonistlerin, “proletarya diktatoryası”nı reddi, Türkiye’de revizyonizmin ileri teorisyenlerinden olan Mehmet Ali Aybar tarafından da eleştirilere uğradı. Mehmet Ali Aybar’ın karakteristiği, revizyonizmi ithal malı olarak bırakmayıp, onu yerli bir biçimde inşa yoluna gitmesidir. Yazar, düşünceleini açıkladığı “Sosyalist yol” dergisinin Kasım 1975 ve Nisan 1976’ya kadar ki sayılarında, “Ekim Devriminin 58.Yıldönümü Dolayısıyla Sosyalizmde Bürokratik Sapmanın Tarihsel ve Teorik Kökenleri” başlığı altında yazılar yayınlayarak, Türkiye revizyonizminin teorik temellerini oluşturmaya başladı. Çeşitli zamanlarda basına intikal eden beyanlarında da, bu teorisini güçlendirmeye gayret gösterdi.
Bugün, Marksist-Leninist’ler için Aybar’ın önemi, proletaryanın siyasî partisi gibi, hayatî bir meseleye sürekli olarak eğilmesi ve saldırılarına hedef olarak, leninist partileri seçmiş olmasındadır. İşte bu yüzdendir ki, onun Marksizm-Leninizm’e saldırılarını dikkate aldık ve bu saldırılara karşı koyarak, Marksizm-Leninizm’in bize gösterdiği yolun ne olduğu konusunda açıklamalar getirmeye çalıştık.Proletaryanın, ihtilâlci bir siyasî partiye ihtiyacı vardır. Böyle bir maddî ihtiyaç, aynı zamanda, sağlam bir örgütlenme teorisinin ihtiyacını da birlikte getirmektedir. Aşağıda sunduğumuz yazılar, bu teorinin inşasında, attığımız adımlardan biri olarak sayılmalıdır.

PROLETARYA DİKTATORYASI

Avrupa’nın resmî komünist partileri, “Biz proletarya diktatoryasını reddediyoruz” dedikleri zaman, Mehmet Ali Aybar, yaptığı açıklamalarda, “Proletarya diktatoryası, ayaktaki bir kirli çorap değildir, çıkarılıp atılamaz!” diyerek, düşüncelerini belirtmiş oldu. Gerçi ifade biçimi yabancı idi ama, gene de, taşıyabileceği anlam bakımından, dikkatle izlenme imkânını buldu. Aslında Mehmet Ali Aybar, “proletarya diktatoryası” konusunda, bu zamana kadar, pek bir şeyler söylemek gereğini duymamıştı. Fakat Türkiye’de gelişen Marksist-Leninist düşünce ve onun pratiği, Mehmet Ali Aybar’a, meselenin önemini kavratmıştır. O, bizzat siyasî örgütlenmesini yönettiği legal Marksist anlayışın, bu gelişen ihtilâlci düşünce karşısındaki zaaflarını azaltma yolunu teorik maskelemede görmüş ve Marksizm-Leninizm’e saldırılar düzenleyerek, düşüncelerini sistemleştirme yolunu tutmuştur.
Eğer şu cümleyi, herhangi bir yerini incitmeden kullanabiliyorsak, “proletarya diktatoryası” kavramına, en gerçek anlamını verdiğimizden şüphe duymamalıyız. “Proletarya diktatoryası, sınıf mücadelesinin zorunlu bir sonucudur.”
Bir de, “Proletarya diktatoryası, ayaktaki bir kirli çorap değildir. Çıkarılıp atılamaz!” cümlesinin, bunu ileri süren Aybar tarafından açıklanmasına bakalım. Demektedir ki, “proletarya diktatoryası” Marksizm’de vazgeçilemezdir. Fakat bugün, artık bu kavramın “içeriği” değişmiştir. Peki şimdi bu ne demek olmaktadır? İçeriği değişmiş herhangi bir şeyin, artık o eski şey olmadığı ve ondan herhangi bir şey taşımadığı ortada değil midir? Kavramlar, ancak içerdikleri ile birlikte bir anlam ifade edebilirler. Biçimi yaratan özdür. “Proletarya diktatoryası”nın bir kavram haline gelebilmesi de, özünde taşıdıklarından dolayıdır. Onun kanı ve canı demek olan içeriğini boşaltırsak, karşımızda sadece, adı “proletarya diktatoryası” olan bir kadavra kalmış olabilir.
Aslında yazarımızda bunun farkında olmalıdır ki, “Proletarya diktatoryası kavram olarak reddedilemez” derken, hemen arkasından da; sosyal devrimde yeri olabilecek sınıfları ve zümreleri genişleterek, iktidarın yeni özüyle birlikte, yeni bir kavrama da yer vermiştir. “Proletarya diktatoryası” “içerik” değiştirirken, yerini de, “emekçilerin iktidarı” kavramına terk etmektedir. Gerçek olan ise, bu iki kavramın tamamen ayrı şeyler olduğu ve hiçbir zaman birbirlerinin karşılığında kullanılamayacağıdır.
Sarı enternasyonalın revizyonist önderi Kautsky, Marksizm’in ihtilâl ve devlet fikrine kesinlikle karşı çıkmış ve onu reddetmişti. O, ihtilâl yerine “barışçı geçişi” koymuş, devlet meselesinde ise; 1871 Paris Komünü’ne rağmen, “Parlamenter Cumhuriyet”ten başkasını görememişti. Marksizm’de sınıf mücadelesinin temelini teşkil eden, ihtilâl ve devlet teorilerini açıkça reddetmesine karşılık Kautsky, gene de Marksist olduğunu iddia etmekten geri kalmamıştır. Kautsky’nin bu kadar açık reddinin maddî ortamı, o günkü şartlarda mevcut idi. Hele Alman Sosyal Demokrat Parti’nin varolduğu bir ülkede, bu sözler cesaretle söylenebilirdi. Bu parti ki, o sıralar neredeyse yarım yüz yıla varacak kadar resmen yaşayabilmiş, meclislerde bulunmuş, hükümetlere üye vermiş bir partidir.
Fakat, bugünün hiç bir maddî şartı, meseleyi Kautsky derecesinde koymaya elverişli değildir. Çağ, artık proletarya ihtilâllerine şahit olmuş, Marksizm-Leninizm çağı haline gelmiştir. Marksizm, teori ve pratik bakımından son derece zenginleşmiştir. Bugün artık bu tahrifatı, mümkün olan inceliğinde yapmak gerekmektedir. İşte asıl bizim teorisyenimizin, Avrupa’lı revizyonistlere tepkisi buradan doğmaktadır. O, revizyonizmin kitabına uydurulması taraftarıdır. Mehmet Ali Aybar bilmektedir ki, Marksizm’de ihtilâl ve devlet fikrini reddetmek, bütün olarak Marksizm’i reddetmek demektir. Bu sebeple de, açıkça “proletarya diktatoryasını tanımıyoruz” demelerine karşıdır. Hem anti-Marksist olmak, hem de proletaryanın kurtuluşundan söz etmek gülünçlüğüne düşmeyecek kadar zekâ sahibidir. Yazar, sözde Marks’a ve Engels’e sahip çıkar. Fakat Lenin’e gelindi mi, hele Stalin’e… İşte o zaman okuyucu anlar ki, teorisyenimiz anti-Marksist’tir.
Marksizm’i reddettiği bölümlerde, proletaryanın Marksist-Leninist partisini hedef alarak, şiddetle karşı çıkar. “Proletarya diktatoryası” fikrine, ihtilâle, hatta felsefî temellerine şiddetle saldırarak, proletaryanın kurtuluş umutlarını yok eder. Marksizm’i tahrifte yüz yaşını aşmış oportünizmin binlerce defa kullandığı, “bilimin dondurulamayacağı” ve “Marksizm’in dogma olmadığı” ifadelerine sarılmıştır. Oportünizm en fazla, Marksizm’in bazı ifadelerine, bütünü ile olan ilişkisini gözetmeden bağlanılmasından doğar.
Oportünistler, daha Kautsky’den başlayarak, Marksizm’in, “barışçı geçişi” istisnaî olaylar olarak değerlendirmesini, tam da tersine çevirip; “ihtilâl”i istisnaî durumlara örnek göstermeye çalışmışlardır. Bu elbette ki, bilerek bir reddetmedir. Halbuki, Marksizm’in bir bilim olarak ortaya çıkarılışının daha ilk yıllarında; Marks ve Engels, birlikte ilk eserlerinden olan “Alman İdeolojisi”nde, (1) tarih anlayışlarını açıklarken, “Üretim Güçlerinin Gelişmesi ve Devrim” bölümünde, bu tarih anlayışından şu sonuçların çıktığını yazmışlardır:
“1. Üretim güçlerinin gelişmesinde öyle bir aşamaya varılır ki, bu aşamada yaratılan üretim güçleri ve ekonomik ilişki araçları, mevcut ilişkiler çerçevesinde, zarardan başka bir şey doğurmazlar, bunlar artık üretici güçler değil, yıkıcı güçlerdir (makineler ve para), bununla bağıntılı olarak, toplumun nimetlerinden hiç nasiplenmeden toplumun bütün yükünü sırtında taşıyan, toplumun dışına sürüldüğü için bütün diğer sınıflarla en kesin bir çatışmanın içine itilen bir sınıf belirir. Toplumun bütün üyelerinin çoğunluğunu teşkil eden bu sınıftan, köklü bir devrim gereğinin bilinci, komünist bilinç doğar. Şüphesiz bu bilinç, bu sınıfın durumunun göz önüne alınmasıyla diğer sınıflar arasında da kendini gösterebilir.
“2. Belirli üretim güçlerinin kullanılmasını mümkün kılan koşullar, toplumun belirli bir sınıfının hakimiyetini sağlayan koşullardır. Bu sınıfın mülkiyetinden elde ettiği sosyal güç, pratik ifadesini her seferinde idealist bir kılıkta Devlet biçiminde bulur. Bunun içindir ki her devrimci mücadele, o güne dek iktidarda olan bir sınıfa karşı yürütülür.
“3. Bu güne dek bütün devrimlerde, faaliyet tarzı hiç değişmeden olduğu gibi kalmış, sadece bu faaliyetin farklı bir bölüşümü, başka insanlar arasında yeni bir emek üleşimi söz konusu olmuştur. Oysa komünist devrim önceki faaliyet tarzını hedef alır; emeği ortadan kaldırır, bütün sınıfların hakimiyetine sınıflarla birlikte son verir; çünkü bu devrimi, toplumda bir sınıf sayılmayan, bir sınıf olduğu kabul edilmeyen ve kendisi de bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, milliyetlerin, vb çözülüp dağılışı demek olan bir sınıf gerçekleştirir.
“4. Gerek bu komünist bilincin yığın ölçüsünde yaratılması, gerekse davanın kendisinin başarıya ulaşması için insanların yığın halinde değişmeleri şarttır. Böyle bir değişme ancak pratik bir hareket içinde, bir devrimle mümkündür; dolayısıyla bu devrim, sadece hakim sınıf başka türlü alaşağı edilemeyeceği için değil sadece, aynı zamanda onu alaşağı eden sınıf ancak böyle bir devrimle yüzyılların yığageldiği çirkefi üzerinden atıp toplumu yeni baştan kurabilir hale gelebileceği için de gereklidir…”
İlk bakışta, yazının kapsamına göre uzunmuş gibi görünebilecek olan bu açıklamayı buraya almamız sebepsiz değildir. Marks ve Engels’in bu ilk bilimsel tarih açıklaması, sadece insanlık tarihinin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu sunmakla kalmıyor, aynı zamanda insanlığın kurtuluşunu ve bunun metodlarını da gösteriyor. Bu tarih açıklaması bizlere, insanlığın kurtuluşunun bütün yollarını karartan idealizmin batağından sıyrılıp, Marksizm’in aydınlık yolunu seçmemiz gerektiğini de öğretiyor. Marks ve Engels, bundan sonraki bütün çalışmalarına temel olarak, bu tarih anlayışını almışlardır. Bu anlayışa ulaştıktan üç yıl sonra 1847’de 1848’de patlayacak olan Fransız ihtilâlinin arefesinde, muhtevası son derecede zengin, “Komünist Parti Manifestosu” (2) adlı eserle, sınıf mücadelesinin bilimsel esaslarını çok daha fazla geliştirdiler. Bu eserin, “Burjuvalar ve proleterler” başlığını taşıyan I.Bölüm’ünde, şunları yazmaktadırlar:
“Proletaryanın gelişmesinin en genel evrelerini göz önüne sermekle, bugünkü toplumda süre giden üstü az ya da çok kapalı iç savaşı, bu savaşın tam bir devrime dönüştüğü, ve burjuvazinin zor yoluyla alaşağı edilmesinin proletaryanın hakimiyetinin temelini attığı noktaya kadar izlemiş oluyoruz.”
Gene aynı eserin III. Bölüm’ünde “Eleştirici-Ütopyacı Sosyalizm ve Komünizm” (3) başlığı altındaki yazının bir paragrafında ise, şunlar yazılmıştır:
“Dolayısıyla her türlü siyasî, özellikle her türlü devrimci eylemi reddederler; amaçlarına barışçı yollardan varmak isterler, mutlaka başarısızlığa mahkûm küçük deneylerle ve örnek girişimlerle yeni sosyal İncil’in yolunu hazırlamaya uğraşırlar.”
Bu birkaç cümle de, ”Komünist Parti Manifestosu”nun (4) son satırlarından:
“Komünistler görüşlerini ve hedeflerini gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak bütün mevcut sosyal koşulların zorla değiştirilmesiyle ulaşılabileceğini açkça ilân ederler. Hâkim sınıflar bir Komünist devrimi karşısında titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek hiç bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.
“Bütün Ülkelerin İşçileri, Birleşin!”
Marks’ın 1847 yılında yazdığı “Felsefenin Sefaleti” (5) adlı eserin, “Grevler ve İşçi Dayanışmaları” başlığını taşıyan İkini Bölüm’ünde de, şu aydınlatıcı satırlar bulunmaktadır:
“Bu arada, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık bir sınıfın öteki sınıfa karşı mücadelesidir, öyle bir mücadele ki en yüksek ifadesine götürüldüğünde, toptan bir devrim olur. Gerçekten de, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulmuş bir toplumun nihaî denouement (akıbet) olarak vahşi çelişki ile, bedenin bedenle çarpışması ile son bulmasında şaşılacak bir şey var mı?
“Toplumsal hareketin, politik hareketi içermediğini söylemeyin. Aynı zamanda toplumsal olmayan bir politik hareket yoktur hiç bir zaman.
“Ancak sınıfların ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının artık bulunmadığı bir düzendedir ki, toplumsal evrimler, politik devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana dek toplumun her genel yeniden alt-üst oluşunun arifesinde, toplumsal bilimin son sözü hep şu olacaktır:
“- Ya savaş ya ölüm, ya kanlı mücadele, ya yok olma. Sorun işte böyle amansızca konulmuştur.-“
Bu edebiyatı çok zengin paragraflarda, Marks’ın iki sınıf arasındaki uzlaşmaz çelişkinin nasıl çözüleceğine dair ileriye sürdüğü fikirlerde, karanlık kalmış hiç bir nokta yoktur. Marks sınıf mücadelesinin en yüksek noktasını, “toptan bir ihtilâl” olarak görmektedir. Sınıf çelişkilerinin sona erdiği bir düzende ise, artık savaşların bulunmayacağını, fakat o zamana kadar, “toplumun her yeniden alt-üst oluşunun arefesinde”, “savaşın ve kanlı mücadelelerin” mutlaka varolacağını göstermektedir.
Daha ilerilerde de göreceğimiz gibi, Marksizm baştan sona kadar, proletaryanın burjuvaziyi, ancak toptan bir ihtilâl ile alaşağı edebileceğini, tarihî bir gerçek olarak propaganda etmiştir. Elbette ki bununla kalınmamış, diyalektik sonuçlar olarak, proletaryaya bir de program sunulmuştur. Proletarya, “her yeni gelen devrimin ebesi zor” ile, burjuvaziyi siyasî bakımdan yok ettikten sonra, onun bütün mevcudiyetini ortadan kaldırmak üzere, yeni bir sosyal düzen yaratır. Bu düzenin ekonomik kurtuluşu, “Herkesten kabiliyetine göre ve herkese emeği kadar!” şeklinde bir temel üzerinde sağlanmıştır. Bundan sonra, komünist sosyal rejime geçmek üzere, sınıfların ve buna bağlı olarak, devletin ve demokrasinin yok olup gitmesi gerekir. Fakat daha önce, birbirleriyle kesin ilişkide oldukları bir süreç içerisinde, şu şartlar tamamlanmış olacaktır. Kafa ve kol emeği arasında çelişki kalmayacaktır. Çünkü emek, artık sadece bir geçim aracı olarak ortadan kalkmış, “birinci hayatî ihtiyaç”’ haline gelebilmiştir. Bireylerin çok çeşitli gelişmeleriyle üretici güçler artmış, “bütün kollektif zenginlik kaynakları fışkırmaya” başlamıştır. Artık, “Burjuva hukukunun dar ufukları” da kesinlikle aşılmış ve komünizmin yüksek aşamasına ulaşılmıştır. Bu toplumun kızıl bayrağı üzerinde ise, “herkesten kabiliyetine göre, herkese ihtiyacı kadar!” yazılmış olacaktır.
Burada, proletaryanın yukarıda belirtilen burjuvaziyi yok etme ve sosyalist rejimi uygulayarak, komünizme geçme gibi tarihi görevlerini yerine getirmek üzere bir devlete ihtiyaç gösterdiği ortadadır. Bu devlet, sosyalist devlettir. Ve sınıflı toplumların ürünü olarak, her devlet gibi “bir sınıfın egemenlik aletidir.” Gene her devlet gibi, bu devletin de bir demokrasi anlayışı vardır. Kendinden önceki sosyal rejimlerde devlet, hangi sınıfın hizmetinde ise, onun diktatoryasının aleti durumundadır. Lenin, Marks ve Engels’in devlet konusundaki bütün görüşlerini toplayıp açıkladığı “Devlet ve İhtilâl” (6) adlı eserin, “Marx 1852’de Sorunu Nasıl Koyuyordu?” başlığı altındaki bölümde, şu devrimci sonucu açıklıyor:
“Aslında, sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatoryasının kabülüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Marksist alelâde küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırdeden şey, işte budur.”
Sosyalist devlet, şekil olarak, kapitalist devlete az da olsa benzetilebilmesine rağmen, kesinlikle o değildir. Çünkü sosyalist devlet, kapitalist ve ondan önceki devletlerin tam aksine, sömürüyü ortadan kaldırmaya yönelmiş bir devlettir. Dolayısıyla, üretim araçlarının özel mülkiyetini, ücretli emeği ve nihayet sınıfları ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. İşte bu sebepledir ki, sosyalist devlet, yani “proletarya diktatoryası”; kapitalist devletten, yani “burjuva diktatoryası”ndan nitelik bakımından tam bir zıtlık gösterir.
Marksizm’de devlet meselesinin önemi, diyalektik ve tarihi materyalizmin sınıf mücadelesine kazandırdıkları sayesinde kavranılabilir. Fakat, devrimci Marksist proletarya mücadelesi ortaya çıktığından beri, oportünist liderler bunu kavrama cesaretini gösterememişlerdir. Proletaryanın devletini kabul etmedikleri gibi, ona düşman da olmuşlardır. Devlet sınıflı bir toplumun ürünüdür ve sınıflardan birinin baskı aletidir. Burjuvazi de, proletaryada devlete muhtaçtırlar. Lenin, “Gotha Programının Eleştirisi” (7) adlı yazısında, bu meseleyi şöyle aydınlatmıştır:
“I. Kapitalist toplumda sözcüğün öz anlamıyla devlet. – Burjuvazi devlete muhtaç.
“II. Geçiş (proletarya diktatörlüğü). Geçiş tipi devlet (artık sözcüğün öz anlamında bir devlet değildir). – Proletarya devlete muhtaç–
“III. Komünist toplum: Devletin yokolmaya yüztutması. – Devlete gerek kalmadı. Devlet yokolmaya yüztutuyor. -.”
Proletaryanın devleti, ilk doğuş zamanlarında, henüz “uzun ve ıstıraplı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği” şekliyledir. Bu devlet, bu biçimiyle bile, artık yarı devlet sayılır. Bu devlet, artık toplumun son büyük siyasî devrimini yapıp, gelişmesini neredeyse “sosyal evrimlere” bıraktığı, sınıfların giderek çözülmeye başladığı, proletaryanın diktatoryasını temsil eden bir devlettir.
Burjuva devletinde demokrasi, tam tamına, sömürücü bir küçük azınlığın malı halindedir. Sömürülen en büyük yığınlara ise, diktatoryanın en azgını; sömürü, zulüm, ceza evleri ve yoksulluğun en sefilidir. Bu devlet en gerçek anlamında bir devlettir. Halbuki proletaryanın sosyalist devleti demokrasiyi, dünün sömürülen yoksul yığınlarına sunmaktadır. Burada dünün yoksul yığınları, artık hürriyet içindedirler. Bu dönemin devleti, burjuva unsurlara ve müttefiklerine karşı, tam bir diktatördür. Proletarya kurduğu yeni devleti ile burjuvaziyi ve müttefiklerini tepeleyip geçmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca proletarya, devrimci diktatör devleti ile, eski yapı üzerine, yeni sosyalist rejimi inşa edecektir.
Evet devlet burada, artık en geniş yığınların sosyal düzeni yönetmesine önderlik etmekte, ona yol göstermekte ve fırsatlar hazırlamaktadır. Devlet burjuvaziye karşı güçlendikçe, en geniş yığınlara demokrasi sunmuş olmaktadır. Buradaki devletin güçlenmesi, aslında en geniş yığınların güçlenmesi ile eş anlamlıdır. Sınıfların uzlaşmaz çelişkilerinin uzlaşır çelişkilere dönüşmesidir. Sınıfların yok olma sürecinin hızlanması ve bizzat proletaryanın, sınıf olarak ortadan kalkmasının yollarının açılması demektir. Bu gelişme önce, “proletarya diktatoryası” aşamasında, henüz uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin bulunduğu bir toplumda, devletin gelişmesi şeklinde olacaktır. Fakat ne zaman ki toplum artık bu çelişkilerden kurtulacaktır, işte o zaman, devletin güçlenmesine gerek kalmayacaktır. Buradan itibaren devlet, yavaş yavaş ölüme geçecektir. Bütün bir insanlığın tarihinin yükü altında, hergün defalarca sendeleyerek, kendisini yaratan bütün kurumlarıyla birlikte ölüp gidecek ve insanlık için, yepyeni bir toplumun aydınlık ufukları başlayacaktır.
Burada Engels’in, “Ailenin, Özel mülkiyetin ve Devletin Kökeni” (8) adlı eserinin “Barbarlık ve Uygarlık” başlığını taşıyan bölümünden şu satırları almadan geçemeyeceğiz:
“Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de, kaçınılmaz bir biçimde, yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde, üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini, bundan böyle kendine lâyık olan yere, bir kenara atacaktır: Âsar-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına.”
İhtilâli, devleti ve sınıf mücadelesinin bütün pratiğini birbirlerinden ayırmaya imkân yoktur. Fakat Marksizm’in yeni revizyonistlerinden M.A.Aybar, yüz yıldan fazla mazisi olan oportünizmi, daha ustaca, daha küçük burjuva bilgiçliğiyle ve daha da vakur bir eda ile sahneye koymaya gayret göstermektedir. “Bağımsız Türkiye Sosyalizmi” edebiyatını yaygınlaştırma çabalarının arkasında, şüphe bulunmasın ki, Marksizm’in inkârı ve reddi bulunmaktadır. Bunun arkasında saklı olanlar, tam da bir tezatlar müzesine lâyık olabilecek şeylerdir. Sosyalizm, hem bilim olarak sadece Marksizm’dir; hem de “Türkiye’ye özgü, bağımsız sosyalizm” olabilmektedir. Burada, pratikte açıkça reddedilmiş olan, proletarya enternasyonalizmidir. “Proletarya diktatoryasından vazgeçilemez” denmektedir. Peki ya “yaşasın emekçilerin iktidarı”na ne söylemeli? Burada da açıkça reddine ve inkârına şahit olduğumuz şey, “ihtilâl” ve “proletarya diktatoryası”dır. Hem “bürokrasiye son” denilmekte, hem de parlâmenter cumhuriyete sadık kalınmaktadır. Gene “tek kurtuluş sosyalizm” deyip, “kapitalist olmayan yoldan kalkınma”yı va’z etmek, çok açıktır ki, sosyalist devleti inkâr etmenin ta kendisidir. Ya parti anlayışı, siyasî mücadeleden ne anladığı? Bunları, daha ilerilerdeki sayfalarda göstermeye çalışacağız. Açık olan şudur ki, Aybar, küçük burjuva ideolojisini bir numarada tutmaktadır.
Bugün dünya oportünistleri koro halinde, “şartlar değişti” demektedirler. “Her ülkede sosyalizm modeli ayrıdır” demektedirler. “Marksizm – veya bilim – dogma değildir” demektedirler. Fakat bu arada, Marksizm – Leninizm adına, evrensel olabilecek her bir şeyi tepeleyip geçtiklerini saklayamamaktadırlar. Karakteristikleri, proletaryayla burjuvaziye hakemlik edermişçesine, hep ikisi arası bir şeyler bulmaya çalışmalarıdır. Felsefede idealizm ile Marksist materyalizm arasında bocalayıp kalmaya mahkûmdurlar. Bundan dolayıdır ki, revizyonizm batağı içerisinde, Marksizm-Leninizm’e saldırmaları normaldir.
Biz şimdi yeniden, Marksizm’de proletarya ihtilâlinin teorik açıklanmasına dönelim. Marks, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” (9) adlı kitapta toplanan yazılarından, “Haziran 1848 yenilgisi” başlığını taşıyanında, evrensel öneme sahip sonuçlara ulaşmıştır:
“Paris proletaryasını Haziran ayaklanmasına zorlayan burjuvazi olmuştur. Onun mahkûmiyet kararı bundan ileri gelmektedir. Proletaryanın dile getirilmiş en yakın gereksinmeleri de değildi zor yoluyla burjuvaziyi devirme isteğine onu iten, henüz bu işi yapacak boyda değildi. Şimdiki zamanın artık, cumhuriyetin, proletaryanın hayallerini gerçekleştirmeyi düşündüğü o eski zaman olmadığını moniteur resmen ona öğretmek zorunda kaldı ve burjuva cumhuriyetinin bağrında, kendi durumunda en ufak bir iyileşmenin, bir utopya olarak, gerçekleştirmek istenir istenmez cinayete dönüşen bir utopya olarak kaldığı gerçeğine onu yalnız yenilgi inandırabildi. Şubat devriminden ödün olarak koparmak istediği, biçim bakımından abartılmış, içerik olarak çocuksu, bu yüzden de burjuvaca olan hak istemlerinin yerini devrimci savaşımın gözüpek sloganı aldı: Burjuvazinin devrilmesi: İşçi sınıfının diktatoryası!”
Tarihin geçmişteki tecrübelerine, toplumun yeni gelişmeleri de eklenince, sınıf mücadelesinin evrensel öneme sahip, temel noktaları da ortaya çıkmış bulunmaktadır. Artık Marks ve Engels, bundan sonra proletaryanın ihtilâlci izlerini taşıyan her sosyal olaydan, sınıf mücadelesinin esaslarını geliştirmek üzere yararlanmışlardır. İşte 5 Mart 1852 tarihinde Marks, Weydemeyer’e yazdığı mektubunda, (10) bu noktalara şöyle işaret etmektedir:
“…Bana gelince, ne modern toplumdaki sınıfların varlığını ne de bunların kendi aralarındaki mücadelesini bulmuş olmak onuru bana ait değildir. Benden çok uzun zaman önce, burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihi gelişmesini çizmişler ve burjuva iktisatçıları da bu gelişmenin ekonomik anatomisini dile getirmişlerdi. Benim yeni olarak yaptığım şudur: 1. Sınıfların varlığının, yalnızca üretimin belirli tarihi gelişme aşamalarına bağlı olduğunu tanıtlamak, 2. Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü tanıtlamak, 3. Bu diktatörlüğün kendisinin de, ancak, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten başka birşey olmadığını ortaya koymak.”
12 Nisan 1871 tarihinde Kugelmann’a yazdığı mektupta (11) ise Marks, bu sonuçlara daha 1850’de ulaştığını belirtir:
“Benim Onsekizinci Brumaire’nin son bölümüne bakarsanız görürsünüz ki orada, – Fransız ihtilâlinin gelecek teşebbüsü artık bürokratik askeri makinayı bir elden diğerine geçirmek değil, fakat onu parçalamak olacaktır ve bu, Kıtadaki bütün gerçek halk devrimleri için esastır – diyorum. Ve kahraman Parti yoldaşlarımızın Paris’de yapmaya çalıştıkları da budur.”
Meselenin derinine inmeye cesareti olmayan bir çok siyasî yazarımızın Marksizm’i anarken yaptıkları, yarattıkları yanlışlıkar abidesine haklılık kazandırmak üzere, “bilimsel sosyalizm” deyimini plâket olarak yapıştırmaktan başka bir şey değildir. Devlet meselesinde, “sosyalist devlete” daha da açıklık getirmek üzere, her bir satırı yüklü bir anlam ifade eden, şu uzunca parçayı almadan geçemeyeceğiz. Sözü geçen yazı, kısa adıyla “Anti-Dühring” (12) diye anılan eserin, “Sosyalizm” başlıklı kısmının, “Teorik Bilgiler” bölümünden alınmıştır.
“Kapitalist üretim biçimi, nüfusun büyük kısmını gitgide proleter haline dönüştürürken, yok olma tehdidi altında, bu devrimi gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır. Toplumsallaşmış (socialisès) büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyeti haline dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir. Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti haline dönüştürür. Ama bunu yapmakla proletarya olarak, kendi kendini ortadan kaldırır.
“Bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. Sınıf karşıtlıkları içinde evrimlenen daha önceki toplumun devlete, yani her durumda, sömürücü sınıfın kendi dış koşullarını sürdürmek, öyleyse özellikle sömürülen sınıfı, varolan üretim biçimi (kölelik, toprak kölelilği, ücretlilik) tarafından verilmiş baskı koşulları içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinim vardı. Devlet, tüm toplumun resmî temsilcisi, onun gözle görünür bir kurul halindeki sentezi idi, ama bu, tüm toplumu, zamanı için, kendi başına temsil eden sınıfın devleti olduğu ölçüde böyle idi: İlk çağda, köle sahibi yurttaşların; orta çağda feodal soyluluğun; çağımızda, burjuvazinin devleti. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi haline geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve üretimde daha önceki anarşi tarafından gerçeklenen bireysel yaşama mücadelesi ile birlikte, bundan doğan çatışmalar ve aşırılıklar da ortadan kalkınca; artık bir baskı gücünü, bir devleti zorunlu kılan, bastırılacak hiçbir şey yok demektir. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem, – üretim araçlarına toplum adına el konması –, aynı zamanda onun devlet olarak onun kendine özgü son eylemidir de. Bir devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz hale gelir ve o zaman ister istemez uykuya dalar. Kişilerin hükümeti (gouvernement), yerini, şeylerin idaresi (administration) ve üretim işlemlerinin yönetimine (direction) bırakır. Devlet – ilga – edilmez, söner. “Özgür halk devleti” üzerindeki kof cümlenin, ajitasyon aracı olarak geçici doğruluğu bakımından olduğu kadar, bilimsel fikir olarak kesin yetersizliği bakımından da değerlendirilmesini işte bu sağlar; bunun gibi, anarşist denilen kimselerin, devletin bugünden yarına ortadan kaldırılması (ilga edilmesi) yolundaki istemlerinin değerlendirilmesini de.”
Mehmet Ali Aybar, bir çok defalar, Marksizm’in devlet konusundaki tariflerini yorumlama yoluna gitti. Fakat her zaman da, asıl önemli olanı bir türlü olduğu şekliyle göremeyip, hep ona ters anlamlar izafe etti. Devlet “ölür” dedi, “söner” dedi. Sözü geçen bu proletarya devletinin ise, burjuva devletini ortadan kaldırarak yerine geçtiğini bir türlü anlamak istemedi. Aybar, devlet kavramının Marksist muhtevasını kavramakta o kadar geridedir ki, “emekçilerin iktidarı” diye tanımladığı halkçı bir devleti, proletarya devletinin karşısında olarak propaganda etmeye uğraşmaktadır. Propaganda etmeye uğraştığı devlet, aslında, restorasyona uğratılmış, şu bildiğimiz burjuva devletinin ta kendisidir. Bu devletin bütün suçu, bürokratik bir yapıya sahip olması olarak gösterilmektedir. Halbuki, bu bürokratik yapı sadece bir sonuçtur ve temel sebebi de, sömürünün varlığıdır. Devlete esas olarak ilişmeden, bu bürokratik yapının ortadan kaldırılamayacağını nasıl oluyorsa, kavrayamamaktadır.
Bürokrasi, sömürücü burjuva hakim sınıfının emri altında, devlet organizasyonunun temellerinden birisidir. Kendisi hiç bir zaman, kendisi için idarî mekanizmaya saip olamayacağı gibi, hayatı, burjuvazinin hayatına bağımlıdır.
Bu konuda, “Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i”nin (13) son bölümünde Marks, şunları yazmaktadır:
“Fakat mutlak monarşi devrinde, Birinci Devrimde, ve Napolèon zamanında, bürokrasi, burjuva egemenliğini hazırlama aracından başka bir şey değildi. Restorasyon devrinde, Louis Philippe ve parlamenter cumhuriyet zamanında, bürokrasi, – bağımsız olma yolundaki çabaları ne olursa olsun – egemen sınıfın maşası idi.”
Şimdi soralım: Burjuva devletini bürokrasiden arındırarak, toplumun kurtuluşu sağlanmış olur mu? Yahut da, bu devleti tamamen ortadan kaldırmadan bürokrasiden kurtulmanın imkânı olabilir mi? Bürokratik yapıyı, bu devletin sömürücü niteliğinin bir sonucu olarak görmeyen her kişi, Marksizm’in devlet konusundaki görüşlerinin bir tekini bile anlayamamış demektir.
Marks’ın “Enternasyonal Emekçiler Derneği Genel Kurulu’nun 1871 Fransız İç Savaşı Üzerine Hitabı”nda (14) belirttiği şu noktalar, son derecede önemlidirler. Burada Marks, Komün’ün burjuva devletini nasıl kırıp parçaladığını açıklıkla anlatmaktadır:
“…Bundan dolayı Komün’ün ilk kararı devamlı ordunun kaldırılması ve yerine silahlı halkın konması oldu.
“Komün, şehrin çeşitli bölgelerinde genel oy hakkıyla seçilen, sorumlu ve azli kısa bir devrede mümkün belediye meclisi üyelerinden oluşuyordu. Üyelerinin çoğu doğal olarak emekçiler veya onların tanınmış temsilcileri idiler. Komün, parlamenter bir kuruluş değil, hem yürütme hem de yasama görevi olarak çalışan bir kuruluş olacaktı. Polis, merkezî Hükümetin bir aracı olmaya devam edeceği yerde, elinden siyasî nitelikleri alınarak, Komün’ün sorumlu ve her an azli mümkün bir aracı haline getirildi. İdarenin diğer dallarındaki memurlara da aynı şey uygulandı. Komün üyelerinden başlayarak aşağıya doğru kamu hizmetleri, emekçi ücretleri seviyesinde ücretlerle yapılacaktı. Devletin yüksek rütbeli memurları, kazanılmış hakları ve temsilcilik ödenekleri ile beraber ortadan kaldırıldılar. Kamu işlevleri, Merkezi Hükümetin âlelerinin özel mülkiyeti olmaktan çıktılar. Belediye idaresi ile beraber şimdiye dek Devlete ait olan bütün meşru haklar Komün’ün ellerine teslim edildi.”
Yazının devamında, “mülk sahibi kurumlar olarak kiliselerin dağıtılması” ve “vakıfların geri alınması” işlemine girişildiği, “eğitim kurumlarının tümünün kilise ve devlet müdahalesinden” kurtarıldığı; bu şekilde, “bilimin kendisinin de, sınıf ön yargılarından ve devlet gücünün üzerine yüklediği zincirlerden kurtulmuş olduğu, adlî memurların da, seçimle göreve geleceği ve azillerinin mümkün olacağı ve daha bir çok şey anlatılmaktadır.
Bürokrasiyi, bir mekanizma olmaktan çıkarıp, bir ahlâksızlar, kötüler zümresi veya sınıfı halinde göstermeye çalışmak, basit bir küçük burjuva demokratının dar görüşlülüğünün ifadesinden başka bir şey değildir. Bir ütopyacı sosyalistin, küçük burjuva ahlakçılığının bundan daha güzel bir örneği bulunabilir mi?
Marksizm-Leninizm’in devlet konusundaki teorilerine bir göz atmış her kişi, proletaryanın bu aşamadaki mücadelesinin amacının, burjuvaziyi yıkıp, siyasî iktidarı ele geçirmek olduğunu öğrenmiş olmalıdır. Bununla beraber ve aynı zamanda da, şunu da öğrenmiş olmalıdır: Burjuvaziyi yıkmak demek, onun devletini, yani esas olarak; askerini, polisini, bürokrasisini, adlî kurumlarını, parlamentosunu, dini kurumlarını, hukukunu ve benzerlerini ilga etmek demektir. Söz konusu olan, konumuzun esası olan, burjuvaziyi tarih sahnesinden, bir daha gelemeyeceği şekilde kovmaktır. Bu anlamda, onun devletini ilgaya hazırlanmalıyızdır. Ve yerine yeni bir devleti, “proletarya diktatoryası”nı kurmaya…
Yazarımızın kavrayamadığı şeylerden birisi de, “geçiş devleti” meselesidir. Yazarımız burada, “proletarya diktatoryası” kavramını ya da esasını reddedişinin en esaslı sebebini ileri süren bir tutum içerisinde görünmektedir. Son derecede cüretkârane, şunları söylemektedir:
“Stalin, sonradan bu teorinin yeterince geliştirilmediğini ileri sürecek ve – kapitalist çemberleme – devam ettikçe, devletin güçlenmesi gerektiğini söyleyecektir. Ve sözde geliştirdiği Devlet teorisine dayanarak, devrimin evlatlarını yiyen korkunç polis devletini ve emekçi yığınlarından kopuk bürokrasinin egemenliğini kuracaktır.”
Eğer, burjuva ve küçük burjuva çevrelerindeki amansız Stalin düşmanlığının kaynağının, onun gerçek bir komünist olmasından doğduğunu bilmeseydik, yazarımızın Stalin’le özel bir hesabı olduğu kanaatına kapılabilirdik. Yazının bütün gelişimi içerisinde, Marksizm’in reddi, Marks’ın ve Engels’in utangaç bir inkârı, Lenin’in daha açık, fakat Stalin’in ise en tam bir reddedilişi görünmektedir. Yazar, Marksizm’in bütün öteki revizyonistleri gibi, hep bir kaç düşünce üzerinde durmakta ve böylece, Marksizm’e yeni bir kisve getirmeye çalışmaktadır. Marks’ın, İngiltere ve Amerika için, barışçı geçişin mümkün olabileceği düşüncesini, her seferinde, binlerce sayfa arasından çıkarıp; bunu, Marksizm’in proletarya ihtilâli fikrini hiç göz değerine almaksızın sunmaları, gözlerden kaçmamaktadır. Engels, Manifesto’nun “1888 İngilizce Baskıya Önsöz”ünde, “İşçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır” (15) düşüncesiyle hareket ettiklerini yazmaktadır. Bu cümleyi de oportünistler, Marks ve Engels’in önder partiyi reddetmelerinin bir kanıtı olarak göstermeye bayılırlar.
Evet, devletin güçlendirilmesi meselesi… Buraya gelindi mi, Marksizm’in inkârı, yazarımızda son merhalesine kadar ulaşıyor. Gelecek olan nasıl bir devlettir? Bu devlet için “yarım devlettir” denilmiştir. Bu devletin “söneceği” söylenmiştir. “Uykuya dalacağından” söz edilmiştir. Ve tarihi olarak, “devletin ortadan kalkacağı”, “yok olacağı” bildirilmiştir. Yazara göre, Marks, Engels ve Lenin’in fikirleri birdir. Fakat Stalin’in … Bakalım gerçekten yazarımız haklı mıdır? Yoksa tahrif, yazarımızın bir mesleği haline mi gelmiştir. Bu sorulara en güzel cevabı, bilinçli okuyucularımız vereceklerdir.
Lenin bu konuyu, “Devlet ve İhtilâl” (16) adlı eserinin II. Bölüm’ünde, şöyle açıklamaktadır:
“Gene burada, son derece ilginç ve Marksizm’in – unutulmuş sözleri – arasında olan bir devlet açıklaması buluyoruz: – Devlet, yani egemen sınıf olarak örgütlemiş proletarya –”
Lenin devam ediyor:
“Proletaryanın devlete gereksinimi vardır. Bütün oportünistler, bütün sosyal – şovenler ve bütün Kaustkistler, Marks’ın öğretisinin böyle olduğunu söyleyerek, bunu yinelerler; ama eklemeyi “unuturlar” ki, Marks’a göre, ilkin proletaryaya, ancak “sönme” yolunda, yani hemen sönmeye başlamış ve sönmeden edemeyecek biçimde kurulmuş bir devlet gerekir. İkinci olarak, emekçilerin, “egemen sınıf halinde örgütlenmiş proletarya” olan bir “devlet”e gereksinimleri vardır.”
Aynı bölümün sonlarında ise Lenin şöyle yazmaktadır:
“Proletaryanın, sömürücülerin direncini bastırmak için olduğu kadar, nüfusun büyük yığınları – köylülük, küçük burjuvazi, yarı-proleterler – sosyalist ekonominin “kurulması” işinde yönetmek için de devlet iktidarına, merkezî bir güç örgütüne, bir zor örgütüne gereksinimi vardır.”
Stalin, bunun dışında ne demiş ve ne yapmıştır ki? Son derecede kanlı bir iç savaşın arkasından, toplumun içinde hâlâ taşıdığı burjuva parazitlerini temizlemek, emperyalist kapitalizmin saldırganlığını göğüslemek ve nihayet; sosyalist bir cumhuriyeti inşa edebilmek için, gerçekten “güçlü bir örgüte, bir zor örgütüne ihtiyaç” yok mudur? Engels, “devletin bir baskı gücü” olarak ortadan kalkacağını söylemekte, fakat kalkmadan önce de, “bütün toplumun temsilcisi olarak, üretim araçlarına toplum adına el koyacaktır” demektedir. Engels, biraz yukarıda aktardığımız parçasında, anarşistlerin, devletin, hemen ortadan kaldırılması, “ilga” edilmesi yolundaki iddialarının saçma ve değersiz olduğunu da açıklamıştır.
Proletarya devleti, bir “diktatorya” olarak, elbetteki güçlü olmalıdır, Bu devletin güçlü bir devlet olarak ayırdedici karakteristiği; şüphesiz ki “bir baskı gücü” olarak, yoksul yığınlara hizmet etmesinde ve burjuvaziye karşı amansız derecede düşman olmasında aranmalıdır.
Son otuz yıldır, “bilimsel sosyalizme” yöneltilen saldırılar, Stalin üzerinde merkezleşmektedir. Stalin, Marksizm-Leninizm’e kötü bir örnek olarak gösterilmektedir. Şunu belirtmeliyiz ki, dünya devrimci proletaryası, Stalin gibi bir öndere sahip olmaktan dolayı şeref duyduğunu, her vesile ile açıklamıştır. Bütün halk demokrasilerinin devrimci proletaryası ve halkları, Stalin’in önderliğindeki Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne, büyük güven göstermişlerdir. Gerek mücadele esnasında omuz-omuza yürüyerek, gerekse de zaferi tam kılabilmek için, sosyalizmin inşasında ve emperyalist-kapitalizmin çökertilmesinde, enternasyonal birlik ve ittifakın disiplinli bir örneğini vermişlerdir. Stalin, yol gösterici niteliğini, çağın ihtilâlci hareketinin önderleriyle kurduğu yoldaşlık bağlarıyla da ispat etmiş olmalıdır. Bu vesileyle ve o günkü ortamın da anlaşılabilmesi için, Stalin’in Mao’ya yolladığı bir mektubu aşağıya alıyoruz: (17)
“Başkan arkadaş, Japon emperyalistlerine karşı elde edilen zaferin yedinci yıl dönümü dolayısıyla, Sovyet halkı ve Sovyet ordusuna karşı ifade ettiğiniz hislerinize karşı teşekkürlerimi kabul etmenizi rica ederim.
“Bu tarihî zaferde, Japon saldırısının tasfiyesini kolaylaştıran Çin halkının ve onun Halk kurtuluş Ordusunun Kahramanlığının ve fedakârlığının dev bir payı vardır.
“Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin arasındaki büyük dostluk yeni bir saldırının tehlikesine karşı emin bir teminat, Uzak-Doğu’da ve bütün dünyada barışın kudretli bir kalesidir.
“Başkan Arkadaş, Çin Halkının Japon boyunduruğundan kurtuluşunun yedinci yıldönümü dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin ve Sovyet Ordusunun selamlarını kabul etmenizi rica ederim.
“Yaşasın Çin Halk Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği’nin yıkılmaz dostluğu!
“Yaşasın Çin Halk Cumhuriyeti’nin Halk Ordusu! 2 Eylül 1952”
Küçük burjuva demokratları, sözde sosyalistlerimiz, sosyalizmi bir hayal olarak göstermekte burjuvazi ile yarışmaktadırlar. Meseleyi psikolojik değerlendirmelere tabi kılarak, Stalin’in kişiliğini araştırmaya kadar yönelmişlerdir. Sınıf diktatoryasını, basbayağı bir kişi diktatörlüğü derecesine kadar düşürmüşlerdir. Aynen burjuvalar gibi.
Devlet hemen yok mu olacaktır? Verecekleri cevap, “kesinlikle hayır” olacaktır. Onlar, devlete karşı değillerdir. Üstelik, devlet fikrine hayranlıkları da vardır. Devlet üzerine çalışmaları, belki de meselelerinin temelini teşkil eder. Fakat emin olalım ki, kafalarında tasarladıkları ve hayal ettikleri devlet, sadece ve sadece, hayal güçlerini zorlayarak, biçimde değiştirdikleri burjuva devletinden başkası değildir. Onlar ki, devlete en çok hayranlık besleyenler arasında sayılırlar. Fakat Marksizm “devletin güçlendirilmesi gerektiğini” söylediğinde, bunlar toptan karşı çıkarlar.
Marks’ın kaleme aldığı, “Enternasyonal Emekçiler Derneği Genel Kurulu’nun 1871 Fransız İç Savaşı Üzerine Hitabı” (18) adlı yazıda, Derneğin Avrupa ve Amerika Birleşik devletleri’ndeki bütün üyelerine, tam da Komün’ün gerçekleştiği gün olan 18 Mart’ta, şöyle sesleniliyordu:
“Hakim sınıfların yenilgi ve ihanetleri arasında Paris proleterleri, kamu işlerinin yönetimini üzerlerine alarak, durumu kurtarmak zamanının geldiğini anlamışlardır… Anlamışlardır ki, zorunlu görevleri ve mutlak hakları, devlet iktidarını ele geçirerek kendilerini kaderlerinin efendisi kılmaktır.
“Ama işçi sınıfı hazır devlet mekanizmasına hemen el koyup, onu kendi amaçları için kullanamaz.”
Gene Marks, 1875’de yazdığı “Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları” (19) başlıklı incelemesinin, “Devletin Özgür Kuruluşu” bölümünde şöyle demektedir:
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasi geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, porletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”
Aynı eserde (20) Marks, şunları da yazmıştır:
“Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin iş bölümüne ve onunla birlikte kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayatî gereksinme haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kollektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman; ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları da kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: “Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!”
Demek ki sosyalist devlet, toplumun komünistleşmesi için üzerine almış olduğu tarihî sorumluluğun ciddiyetine uygun şekilde, güçlü bir devlet olacaktır. Yukarıda Marks’ta da gördüğümüz gibi, komünist topluma geçiş süreci içerisinde, proletaryanın yeni bir devlete ihtiyacı vardır. Henüz toplum, içinden çıkıp geldiği toplumun pislikleri içerisindedir. Sömürücü sınıflar siyasî bakımdan yenilmiş, fakat yok edilememişlerdir. Şimdi yeni bir siyasî iktidar, proletaryanın sınıf çıkarlarına çalışmaktadır. Burada, bu siyasî iktidarın somut biçimi olarak devlet, proletaryanın devrimci diktatoryasından yani güçlü bir devletten başka bir şey değildir.
Bu devlet, güçlendirilecektir. Sınıf mücadelesinin şartlarını yerine getirebilmek için, sosyalizmi inşa edebilmek için. Objektif şartların gereklerine uygun olarak da, devletin bazı yönlerinin geliştirilmesine, özel bir önem gösterilecektir. Örnek olarak, emperyalist – kapitalizmin açık tehdidi altında bulunan Sovyetler Birliği’nde, devletin savunma gücü olarak ordunun geliştirilmesi önem kazandı. İçeride sınıf mücadelesinde ise, sınıf düşmanlarına karşı mücadelede ve sosyalist inşada, ihtilâlin öncüsü olarak, proletaryanın bilinçli unsurlarının teşkil ettiği partinin güçlendirilmesi önem kazandı.
İkinci emperyalist savaş, bu devlet tipinin neden böyle güçlendirilmek zorunda bulunduğuna, sağlam bir cevap teşkil eder.
Sovyetler devleti, bir an önce, kendi varlığının artık en önemli sebebi halini almış olan, “üretim araçlarına toplum adına el koyması” eylemini gerçekleştirmeye başladığı anda, sınıf mücadelesi de, bir anda en yüksek noktasına ulaştı. Fakat, gerçekten Sovyetler Devleti toplum adına üretim araçlarına el koymayı başardı. Sosyal gelişmenin esas unsurlarından olan, sanayileşmeye geçildi. Bu da başarıldı. Sovyetler Devletinin bir an önce güçlenmeye ihtiyacı vardı. Emperyalistler arası savaşın ve ilk ve tek sosyalist devlete emperyalist saldırının kaçınılmazlığını teşhis etmiş olan, Stalin yönetimindeki Komünist Parti, yönettiği devletin bütün gelişmesinin, dünya proletaryasının hayrına çıktığını ispat etmiştir.
“Proletarya diktatoryası”nı bürokrasi ile eş gören Mehmet Ali Aybar’ın, ancak bu kadar düşünebilmesi, elbette ki hiç bir şekilde hoş görülemez. Fakat, ancak bu kadar düşünebilmesi de, bizi şaşırtmamalıdır. Çünkü yazar, Marksizm-Leninizm’in devlet teorisini ve proletarya ihtilâlini kavramış değildir. Bu daha, sınıf mücadelesinin ilk şartlarındaki anlayışsızlıktan ileri gemektedir. Bütün oportünistlerin baş tacı ve revizyonistlerin ilk inkârı olan, “Barışçı geçiş” teorisine saplanmış olmaktan ileri gelmektedir.Marksizm-Leninizm’in reddinden doğan teorik boşluk, yazarımıza yeni bir teori yaratma imkânı hazırlamış olmaktadır. İşte buradan itibaren saygı değer yazarımız, uzun sayılabilecek siyasî hayatında, belki de ilk defa, Marksizm-Leninizm’den böyle uzun uzun söz etmeye başlayacak ve Marksizm’i sonradan öğrenmenin kısa yoluna baş vurup; Duverger’leri, Bettelheim’leri, Mandel’leri, Marcuse’leri, Althusser’leri; kısaca, Marksizm-Leninizm’in en kaba yorumcularını izleyecektir.

ÖZEL ÖNEMİ OLAN BİR FELSEFÎ KONU: BİLİNÇ

M.A.Aybar, Marksizm-Leninizm’e parti örgütlenmesini hedef alarak, saldırı derecesinde eleştiriler yönelttiği yazılarında, – Bu yazılar, “Sosyalist Yol” adlı derginin 7-8 sayılarında yayınlanmıştır. – bir felsefî konu olan bilinç meselesine de, özel bir yer vermişti. Yazar sözde, Leninist partinin pratikteki görünümleri olan öncülük ve dışarıdan bilinçlendirme eylemlerinin yanlışlığını, felsefî bakımdan ispat etmektedir. Yüzeyden değerlendirenler için, ilk bakışta doğru gibi görünecek şeylerin biraz deşildiğinde; altından metafizik düşünmeden malûl idealizmin çıktığı görülür. Bu ilk bakıştaki doğru gibi görünmelerde, şüphesiz üslûba da bir pay tanımamız gerekir. Şüpheci aydınların gönlünü hoş tutacak derecede, ince teorik meselelerle uğraştığı görünümü içerisinde, doğrusu yazarımız oldukça başarılıdır. Fakat biraz deşince… Bilinçlenme konusunda da, meseleye hep belirli bir yanından yaklaşmanın sıkıntılı örneğini vermektedir. Yazar, Lenin’i itham ediyor. Diyor ki:
“Bundan dolayı Lenin’in, “kendiliğindenlik” görüşüne karşı çıkması doğaldı. Ancak Kautsky’nin tezini aynen benimseyerek, işçi sınıfının ekonomik bilinçten öteye gidemeyeceğini ve politik bilincin işçi sınıfına mutlaka “dışardan götürülmesi” gerektiğini söylemesi, Marksizm’in “yansı” (reflet) teorisi ile acaba ne dereceye kadar bağdaşmaktaydı? Lenin ”Ne Yapmalı”dan altı yıl sonra yazdığı “Materyalizm ve Ampiriokritisizm” adlı kitabında Marksizmin, bilinç ve bilinçlenme hakkındaki bu teorisini hararetle savunmuştur.”
Yazar, yazısında, kelimelerden medet umarak, Lenin’de “kendiliğindenci” bir zaaf aramaktadır. Güya 1902 de yazdıkları ile, 1908 de yazdıkları farklı imiş. Yazar gene Lenin’in, “Ne Yapmalı?” adlı kitabında, Kautsky gibi düşünmüş olmasına da eleştiri getiriyor. Halbuki Kautsky, o yıllarda henüz bir Marksist gibi düşünüyordu. Yani Lenin ve Kautsky’nin Marksist olarak düşünmeleri, onları pekâlâ bir noktada birleştirebilirdi. Kautsky, bu Marksizm’in döneği, daha sonra bütün Marksist tezlerini geriye aldığında, proletarya hareketinin bir düşmanı olarak, Lenin’in çok sert eleştirilerine hedef olmuştur. Lenin onu, yazdığı “Proletarya İhtilâli ve Dönek Kautsky” adlı kitapla, dünya proletaryasına teşhir etmiştir.
“Bilinç” konusunda Marksizm’in görüşlerini aşağıda açıklamaya çalışacağız. Ancak burada, Lenin’in iki ayrı dönemde iki farklı görüşe sahip olmadığını yazara göstermek üzere, “Materyalizm ve Ampiriokritisizm” (21) adlı eserinden, yazarın kanıt diye gösterdiği sayfalardan, şu alıntıyı seçtik:
“Görünüşle kendiliğinde şey arasında yapılan bütün bu gizemli, hikmetli ve anlaşılması güç ayrıntılar, bütünüyle felsefî saçmalıklardır. Pratikte her birimiz sayısız kez, “kendiliğinde şeyin”, fenomene, “bizim için şey”e olan basit, açık dönüşünü gözlemişizdir. Bilme de, işte tam olarak bu dönüşüme denir.”
Şimdi bir kaç satır da, Lenin’in “Ne Yapmalı?” (22) adlı kitabından aktaralım:
“İşçiler arasında, sosyal demokratik bilimin oluşamayacağını söyledik. Bu bilinç, onlara, dışardan ulaştırılmalıdır. Bütün ülkelerin tarihi gösterir ki, işçi sınıfı, sadece kendi çabasıyla, ancak sendikacılık bilincini geliştirebilir…”
Birincisinde, “kendiliğinde şey”i “bizim için şey”e; ikincisinde, “kendiliğindenliği” “sosyalist” mücadeleye dönüştürme söz konusu edilmektedir. “Kendiliğinde şey”i, “bizim için şey”e dönüştürmek için, o şeyi “bilme” derecesinde kavramamız gerekir ki, bunun için bilinçli bir müdahale gerekir. Proleterlerin “kendiliğinden” mücadelesini, “sosyalist” mücadeleye dönüştürmek için de, bilinçli bir müdahale şarttır.
Devam edeceğiz. Ancak, meseleyi baştan ele alarak konuyu inceleyelim. Öncelikle, bilincin bir genel tarifi bizim için gerekli olacaktır. Bilinç nedir?
Bilinç, objektif gerçekliğin, sadece insanda bulunan en yüksek yansıma biçimidir. Zihnî süreçlerin toplamı olarak da bilinç, insanın kendi dışında ve kendi iradesinden bağımsız olarak var olan dünyayı ve kendi kişi varlığını anlamasını ve tanımasını sağlar. İnsanlar, maddî hayatlarının üretilmesi ihtiyacından doğan, daha ilk üretim faaliyetlerinde, tabiatla karşılaşıp, ilk bilince ulaşmışlardır. Bu bilinç henüz çok ilkeldir. Fakat sosyal üretim ve bilinç kadar eski olan dil geliştikçe gelişen filozofî, tek tek bilim dalları ve bütün bunları kapsayan bilgilenmeyle ve bütün bunların birbirlerini etkileyip, yeniden yaratmaya yönelmeleri sayesinde bilinç, insanın maddî hayatı süreciyle birlikte gelişir. Eğer, insanın sosyal tarihî faaliyetinin sonucu olan anlama ve bilgi olmasaydı, bilinç de olmazdı. Demek ki bilinç, insanoğlunun her gün yeniden keşifleri sonucunda, yeni bilgiler edinerek, bilgisizlikten bilgiye geçişidir.
Engels, “L.Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu” (23) adlı eserinin “idealizm ve Materyalizm” başlıklı bölümünde, felsefenin temel sorusuna şu bilimsel cevabı vermektedir:
“Feuerbach’ın gelişmesi, bir Hegelcinin – doğrusunu söylemek gerekirse hiç bir zaman kurallara tam bağlı olmayan bir hegelcinin – materyalizme doğru gelişmesidir; belli bir aşamada, öncelinin idealist sistemi ile ilişkileri toptan koparmaya doğru götüren bir gelişmedir. Sonunda, Hegel’in “Mutlak Fikir”inin dünyadan önce varolmasının, “mantık kategorilerinin” evrenden önceki “önvarlığı”nın, yukarda bir yaratıcı inancının gerçeksiz bir kalıntısından başka bir şey olmadığı; duyularla algılanabilir maddî dünyanın, bizim de bir parçası olduğumuz bu maddî dünyanın tek gerçeklik olduğu ve bize ne kadar yüce görünürlerse görünsünler bilincimizin ve düşüncemizin, maddî bir organın, beynin ürünlerinden başka bir şey olmadıkları kavrayışı, karşı durulmaz bir güçle kendisini ona kabul ettiriyor. Madde, ruhun bir ürünü değildir, ama ruhun kendisi maddenin en üstün ürününden başka bir şey değildir. İşte bu, elbette ki salt materyalizmdir.
(Devrimci materyalizmin aydınlatıcı bir açıklanmasını izlediğimiz bu paragraftaki satır altlarını biz çizdik.)
Marks, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” (24) adlı eserinin “Önsöz”ünde, “varlık” ve “bilinç” ilişkisini şu şekilde belirtiyor:
“İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”
“Kapital”in “Almanca İkinci Baskıya Sonsöz”ünde (25) Marks, Hegel’in “ide” olarak adlandırdığı insan düşüncesinin “gerçek dünyayı” yarattığı idealist görüşüne karşılık, şu bilimsel materyalist cevabı vermektedir:
“Benim için ise tersine, fikir maddî dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.”
Bilinçlenme, bireyin maddeyi tanımasıyla, onu öğrenmesiyle başlayan sürecin kendisidir. Bu sürecin gelişmesinin her bir aşamasında bilinç, iradeyi temsil ederek; onu tanıma, anlama, yorumlama, bilme ve değiştirilmesi konularında, beynin ürünü olan akıl yoluyla, müdahaleci bir güç olarak ortaya çıkar. Şurası açıktır ki insanda oluşan bu bilinç, toplumun bütün gelişme aşamalarına uygun şekilde gelişir ve sosyal karakterlidir. Kendiliğinden gelişmesi içerisinde, maddî hayatın vaz geçilmez üretimini sağlayan ilkel komünlerde, köleci toplumun maddî şartları doğmuş; fakat köleciliğe geçerken de, sömürücü hakim sınıf, ulaştığı bilinci iradeye dönüştürerek, yeni bir toplum sistemi yaratmıştır. Bu aynı gelişme, feodal ve burjuva sistemleri için de geçerlidir. İnsanın maddî hayatını üretmesi faaliyetiyle başlayan bilinç, dilin gelişip mükemmelleşmesi, üretim güçlerinin ve sosyal üretimin gelişmesi, başta tabiat bilimleri olmak üzere özel bilim dallarının ve felsefeyle sanatın gelişmesi, bilinci geliştirmiş, bilinç ise geliştiği ölçüde sosyal değişme ve gelişmenin yönlendiricisi ve hareket ettiricisi durumuna gelmiştir.
Pratikteki oportünistler, felsefî alanda, bu “kendiliğinden gelmelik” meselesinde, düşünceyi ilk sayan idealistlerin kılığına bürünmüşlerdir. “Kendiliğinden gelmelik” karşısında tam bir acz içerisinde, idealizmin Marksist materyalizme karşı mücadelesinde, kalemşor olarak görev yapmışlardır. “Kendiliğinden gelmeliği” göklere çıkarmak ihtiyacı, aslında pratikteki sınıf mücadelesinin, karşı devrimci reddinden doğmaktadır. Ve bu redde uygun bir partiyi haklı göstermek çabalarından ileri gelmektedir.
“Kendiliğindenci” yani bilinemezci Aybar, emin olalım ki, felsefenin meselelerinden tam anlamıyla haberdar değildir. O sadece, siyasî oportünizminin bir gereği olarak felsefeye eğilme zahmeti göstermiştir. Bir kere, “kendiliğinden şey” nedir? Bu, şeylerin kendiliğinden, yani insan ve onun bilincinden bağımsız olarak varoldukları demektir. Bir de “bizim için şey” vardır. Bu da, bir bilgi süreci içinde, şeylerin özünün incelenip, tanınabileceği ve “kendiliğinden şey”lerin, bilinçli faaliyet sonucu, “bizim için şey”lere dönüştürülebileceği demektir. Diyalektik materyalizm, “şey”ler hakkında her türlü bilginin edinilebileceği gerçeğinden yola çıkar ve pratiğe dayanarak bilgi vasıtası ile, bu “kendiliğinden şey”lerin, “bizim için şey”ler haline dönüştürülebileceğini gösterir.
İdealizm ise, “kendiliğinden şey”in bilinemeyeceğini ve insanın bilme yeteneğinden mahrum olduğunu iddia eder. Bu elbetteki, tamamen bir inkârdır. İnsanın bilme yeteneğinin eleştirilmesi üzerine kurulmuş bu düşünce, metafiziğin karanlık ve dipsiz kuyularında çırpınıp kalmaya mahkûmdur.
Engels, “Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu” (26) adlı eserînin, “İdealizm ve Materyalizm” başlıklı İkinci Bölüm’ünde, şöyle yazmaktadır:
“Eğer biz doğal bir olay hakkındaki anlayışımızın doğruluğunu, bu olayı biz kendimiz yaratarak ve onu koşullarının yardımıyla meydana getirerek ve hele onu kendi amaçlarımıza hizmet ettirerek kanıtlayabiliyorsak, Kant’ın kavranamaz “kendinde şey”inin işi biter.”
Şimdi gene yazarımıza dönelim ve şu sahte incileri birlikte okuyalım:
“Bilinç, sosyal ilişkilerin beyindeki “yansı”sı olduğuna göre, bunun kişinin praksisi ile sağlandığı açık bir gerçek. Kişi sosyal ilişkilerin içinde olduğu, bir taraf olarak maddesel yaşamını ürettiği sürece bilinçleniyor. Bilinçlenme kişisel bir deney. Şu halde sosyal ilişkilerde taraf olmayan, o yaşam içinde bulunmayan bir kişinin bir başkasına “dışardan” bilinç götürmesi olanaksızdır. Olsa olsa bilim götürmek söz konusu olabilir. Yani eğitim. Bunu da devrimci bir biçimde düzenlemek gerek. Ama işçiler sosyalist kitapları okuyarak bilinçlenme olanağına sahiptirler. Aydınlara “öncülük” vermeğe gerek yoktur.”
Yazarın “yansı” dediği şey nedir? Yazar, gerçekten Marksizm’in “yansıma” teorisini benimsemekte midir? Ama hayır! Yazar, Marksizm’in sadece adını kullanmaktadır. Ne ise, devam ettikçe, her şey daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Bilinçlenme, objektif gerçeğin, duyumlar yoluyla algılanıp, beyine yansımasıyla başlar. Burada şu olay geçer: Birincisi, objektif gerçek beyine duyumlar yoluyla yansımıştır ama, bu yansıyan, sadece onun dış görünüşü veya görülebildiği kadarıdır. Bu, o şeyi idrak (akıl erdirmek) etmek demektir. İkincisi, bu yansıma, kendisi de bir madde olan beynin ürettiği akıl sayesinde, daha üst düzeye yükseltilir ve bilgilenme dediğimiz safha gerçekleşir. Bilgilenme burada, o şeyi bilme noktasında kavramış olmak demektir. Meseleyi burada bitiremeyiz. Bilinçlenmenin tabiî süreci içerisinde, o şey hakkında uygulanması mümkün olan bir teorinin ortaya çıkması ve bunun pratik olarak yeniden maddeye dönmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Mehmet Ali Aybar, “Bilinçlenme kişisel bir deney. Şu halde sosyal ilişkilerde taraf olmayan, o yaşam içinde bulunmayan bir kişinin bir başkasına “dışardan” bilinç götürmesi olanaksızdır.” diye buyuruyor. Düşünce kadar, anlatımda ilgi çekicidir. Yazar, burjuva hukuk dilini, mantığıyla birlikte, felsefî açıklamalarına malzeme olarak kullanmaktadır. Şimdi desek ki, bu Mehmet Ali Aybar, bilginin kaynağı olarak, duyumlardan edinilen deneyleri görmekte ve bütün bilginin bu deneylerden çıktığını ileri sürmektedir. Belki de, kendisine iftira edildiğini feryat edecektir. Açıktır ki Aybar, bilimsel soyutlamaları ve teorinin bilgilenmede oynadığı rolü hiç derecesine indirirken, düşüncenin aktif fonksiyonunun ve nispeten bağımsızlığının sözünü etmez. Bu bir iftira değildir. Aybar, kimi yerde Kant’çıdır, kimi yerde Berkeley’ci veya Hume’cu, fakat her zaman idealist ve metafizikçidir. Ona göre, proletaryanın birinci dereceden sınıf mücadelesine katılabilmek, ancak proleter olmayı gerektirir. Çünkü, proleter olmayan kimse, onun sınıf mücadelesine ışık tutan tarihi bilemez. Bilebilmiş olsa ne ifade eder? Nihayet, bilim götürür. Yazara mahsus deyimle, “yani eğitim”. Hatta, neredeyse buna bile gerek yoktur. Çünkü, “işçiler sosyalist kitapları okuyarak bilinçlenme olanağına sahiptirler”. İşte buyurun! Burada da bilinçlenme, sosyalist kitap okuma derecesine indirilmektedir. Peki her gün değişen dünyanın ve üzerinde gene her gün değişen sosyal mücadelenin yeni algılanmaları, yeni idrakları, daha çok bilgilenip bilinçlenmeleri, yeni bir teori ve pratiği olmayacak mıdır? Pratikte her deneme, yeni bir teoriyi ve birlikte, yeni bir bilinci getirmeyecek midir? Aybar, bütün bunların bir tekini bile kendisine mesele edinmemiştir.
Aklımıza şöyle bir soru geliyor: Peki madem ki “aydınların” rolü bu kadardır. Yani, ona kitap taşımaktır (Yazara göre, bilgi taşımak, kitap taşımak, kitap okumak da, bilinçlenmek anlamına geliyor.) O halde bu işi Aybar neden üstlenmiyor? Üstlenemiyor, çünkü o, proletaryaya siyaset çizme gayretleri içerisinde başka bir alandadır ve kendisine göre yapması gereken aslî işini unutacak kadar meşguldür.
Yazarın, sahte incilerini okumaya devam ediyoruz.
“Bu sürecin bir noktadan sonra durması, işçi sınıfının ekonomik bilinçten öteye, siyasal bilince geçmemesi “yansı” teorinin bilinçlenme sürecinin tümünü kapsamadığı anlamına gelir ki, elbet doğru değildir. Objektif gerçek bir sınıra kadar işçilerin beynine yansıyacak, o sınırdan sonra yansımayacak. İşçiler o sınırın berisinde olan objektif gerçeği kavrayamayacaklar ve bunu onlara mutlaka “aydınlar” kavratacaklar. İşçi sınıfının yeteneksizliğine varan bu görüş, işçi sınıfını ister istemez devrimin nesnesi haline getirmekte ve sosyalist aydınları devrimin öznesi durumuna yüseltmektedir.”
İşte aldatıcı üslûp budur! “işçi dostu”, “hakkaniyetçi Aybar”, bir profesör edasıyla proletaryayı uyarmaktadır. Onları korunmaya çağırmaktadır. Ama ne için uyarmakta, ne için korunmaya çağırmaktadır. Aranıza komünistler girecektir ve size, siyasileşmeniz adına, bilinç getireceklerdir. İşte saygı değer yazarımızın, üstü felsefî saçmalıklarla örtülü asıl mesajı budur. Demek proletarya, “kendiliğniden” bilince ulaşabilecek ve siyasî iktidara sahip çıkabilecektir. Peki o duruma gelene kadar proletarya ne yapacaktır? Bu sorunun cevabı ortadadır. “Yeteneksizliğinin” cezasını çekecek ve her dört yılda bir “işçi dostu” kılığındaki bazı adamları, meclislere kendilerini temsil etmek üzere yollayacaklardır. Bunlar orada, “bilge” kişiler edasıyla, proletaryaya sözde sözcülük edecekler ve proletaryayı bir siyasî iktidar olarak yönetmenin hayaline iyice kapılacaklardır.
“Dışarıdan bilinç” taşınmasının gerektiğini söyleyen Lenin’e karşı Aybar, “…İşçi ekonomik bilinçten öteye, siyasal bilince geçmemesi “yansı” teorinin bilinçlenme sürecinin tümünü kapsamadığı anlamına gelir ki, elbet doğru değildir.” diyor. Yazar, “yansıma” teorisinin gerçek anlamını kavramamış olduğunu, sadece bu ifadesiyle bile açıkça ortaya koymaktadır. Ve aslında bilinçlenme sürecini yarım bırakan da kendisidir. Bilinçlenme süreci, duyumlar yoluyla elde edilebilenle, yani idrak etmekle sınırlandırılmaktadır. Öyle olmasaydı, bilinçlenmenin idraktan sonra gelişen süreci içerisine, bilginin rolünü kavrayabilseydi, onun neden kendiliğinden siyasî bilince ulaşamadığını çıkarabilirdi. Bilinçlenme faaliyeti içerisinde, bilginin ve anlamanın rolünü hesaba katmayan bu görüşün ciddiyetinden söz edilebilir mi? Bilgi edinmenin kaynaklarını, biçimlerini, metodlarını araştıran bilgi teorisi gibi bir bilimin inkârı derecesinde sözler söyleyen yazar, gerçekten “işçi dostu” mudur? Yoksa onun, gerçek bir düşmanı mı? Marksist felsefenin teorik temellerinden diyalektik Materyalizm, aynı zamanda bu felsefenin bilgi teorisidir. Ve yegâne bilimsel bilgi teorisidir. Tabiatın, toplumun ve düşüncenin gelişmesine hükmeden kanunların köklerine kadar inerek, onları inceler ve bundan sonra gerçek sonuçlara ulaşır.
Proletarya, maddî dünyadan algılandıkları ile, siyasî bilince ulaşıp, iktidarı ele geçirmeyi düşünebilir ve gerçekleştirebilir mi? Bilincin gelişmiş şekli, bilgilenmenin bir eseridir. Proletaryanın aksine, burjuva tabakalar içerisinde, gelişmiş özel bilim dalları ve çağın felsefesi hakkında bilgi sahibi aydınlar vardır. Edindikleri bilgilerin ışığında, sınıflı toplumun bilinçli bir analizini yapma imkânları vardır. Bu aydınlar, objektif gerçek varlıklar karşısında, objektif gerçek varlıklardır. Çıkışları hiçbir zaman, tesadüfî olaylar olarak değerlendirilemez. Kendi ferdî girişimlerinin de mutlaka bir payı olmasına rağmen, asıl olarak temeli ekonomik olan sosyal gelişmenin, kendiliğinden ürünüdürler.
Marks, Engels ve Marksist filozoflar, tesadüfen ortaya çıkmış değildirler. Maddî şartların ortaya çıkardığı insan bilincinin eseridirler. İnsanların maddî hayatlarını sürdürebilmek için, tabiatı değiştirmede ulaştıkları bilinçlenmenin eseridirler. Bu filozoflar, insan beynine yansıyan bütün maddî hayatı, bütün yönleriyle bilinçli bir şekilde inceleyerek, insanlığın kurtuluşu olan, sosyalizmin bilimini yaratmışlardır. Bu iki proletarya ihtilâlcisi filozof, teorik temellerini diyalektik ve tarihî materyalizmin teşkil ettiği felsefelerinin merkezine pratiği yerleştirerek, idealizmi tarih sahnesinden çıkarıp kovmuşlardır. Sosyal gelişmenin yarattığı gerçek ihtiyaçların karşılanmasında, teori olarak ifade edilen sosyal fikirlerin rolü, toplumun maddî ve manevî hayatının gelişmesine ışık tutmak ve bunun gerçekleşmesinde bizzat bulunmaktan başka bir şey değildir. Eğer sosyal gelişmenin ihtiyaçları olarak, yeni fikirler ve teoriler ortaya çıkmasa idi, sosyal gelişme imkânsız olurdu.
Marks, “Feuerbach Üzerine Tezler”inde (27) diyor ki:
“İnsan düşüncesinin nesnel bir gerçekliğe erişip erişemeyeceği teorik bir sorun değil, pratik bir sorundur. İnsanın gerçeği, yani düşüncesinin gerçekliğini, gücünü, o düşüncenin altında yatan şeyi pratik içinde kanıtlamakla yükümlüdür. Pratikten soyutlanmış olan düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği üzerine tartışma, düpedüz skolastik bir sorundur.”
Yazarın bir iddiası da, komünistlerin proletaryayı devrimin nesnesi, kendilerini ise, devrimin öznesi yerine koyduklarıdır. İşte Marksizm’i altüst eden bir iddia daha.
Madde, duyum algılamaları yoluyla beyinde yansıdıktan sonra, akıl bunu bilgili bir düşünce sistemine sokar ve bu, bilincin ortaya çıkması olayı olur. Başlangıçta bu yansımanın, duyumların sağladığı kadar bir önemi vardır. Fakat, duyumların sağladığı kadarıyla da, maddenin bir tanımı yapılabilir. Çünkü zorunlu olarak, çeşitli duyumların bir yanlarıyla tanıttıkları bu maddenin, idrak (akıl erdirme) dediğimiz sentezi çıkacaktır ortaya. Bundan sonra, insanın tarihî sosyal faaliyetinin sonucunda; beynin, edindiği bilgilerden yarattığı akıl, maddeyi gözlemeye, incelemeye ve yorumlamaya başlar. Edindiği tecrübeler ve zengin muhayyilesini de katarak, beynine “kendiliğinden şey” olarak yansıyan bu maddeyi, “kendisi için şey” haline dönüştürüp, yeniden yansıtır. Teorinin maddeye bu yansıması, pratiği ifade etmekten başka bir şey değildir. Artık bu safhada, maddeye bilinçle hükmeden insan çıkmıştır ortaya.
Sosyal hayat: Üretim faaliyeti, yaşama tarzı, tabiî sosyal ve siyasî organizasyonu, hâkim ideolojisi, sosyal ilişkileri, kendinden doğan sosyal hareketlenmesi, hepsi birden, objektif olarak karşısında durmaktadır. Böyle bir bütünün, tek tek insan beyinlerindeki yansıması, oldukça farklı olur. İnsan genel olarak, duyumladığı bu bütünü, edindiği bilgiler ve ulaştığı bilinçlenme ölçüsünde, gerçek ve doğru bir şekilde kavrayabilir.
Proletarya, kendi sosyal varlığını nasıl tanır? Onlar her şeyden önce, yemek, içmek, barınmak, giyinmek ve benzerleri gibi ilk maddî ihtiyaçlarını karşılamak mecburiyeti ile karşı karşıya olduklarını görürler. Bunu karşılamanın maddî şartı da, emeğini satma olarak ortaya çıkar. Kendisinin bilincinden bağımsız olarak gerçekleşmiş objektif maddî şartlar, kendi hayatını da kapsadığında ücretli köle olduğunun idrakine ulaşır. Aynı zamanda görür ki, kendisi gibi olanların sayısı, toplumun çoğunluğudur. Sosyal üretimin onlara sağladığı tabiî organizasyon, ekonomik mücadele bilincinin uyanmasına ve bunun ifadesi olan sendika örgütlenmesinin doğmasına yol açar. Hâkim sınıf, ideolojisinin kapsadığı bütün baskı araçlarını, kösteklemek amacıyla kullanmamış olsa, proletaryanın “kendiliğinden bilinçlenme” sürecinin gelişebileceği kabul edilebilirdi.
Pratiğe, sendika örgütlenmesi olarak yansıyan bu bilinç, proletaryanın kurtuluş ihtiyacına cevap vermez. Cevap vermediği gibi de, proletaryanın daha ileri bilinç düzeyine yükselmesini de engellemeye başlar (Sendikalar, düzen örgütleri olarak, geleneksel işlevlerini yürütmektedirler. Bu örgütler, proletarya hareketi içindeki “ekonomizm” siyasetinin kaleleridirler). İnsan, kurtuluşun imkânlarını araştırırken, yeni bilgiler edinir. Bu bilgilerden ortaya yeni bir teori çıkar. Bu öncelikle, sınıfın en ileri olan küçük bir azınlığı tarafından kavranılır. Artık, siyasî bilinç olarak görünen bu bilinç, sınıfın bilinçsiz çoğunluk kesimiyle çelişme haline düşer. Bu noktada, bilinçli unsurların, bilinçsiz unsurlara; bilinç götürme olayı başlar. Bilinçli unsurlar, her zaman proletarya içerisinden çıkan aydınlanmış devrimciler ile, diğer sınıfların aydınlanmış devrimcilerinin bir araya gelip kaynaşmalarının bir ifadesi sayılmalıdır. Yani, herhangi sınıftan olursa olsun, komünistlerin bir araya gelip kaynaşmalarının bir ifadesi sayılmalıdır. Bu devrimciler, toplumun komünistleşeceğinin ilk habercileridirler. Toplumun ulaştığı noktada, bilinçlenmenin sembolüdürler. Bunlar, hepsi birden, ihtilâlci bir parti hareketi içerisinde, teoriyi canlı tutmak göreviyle yükümlüdürler. Bu görev, yeni teorilerin canlı malzemelerini yaratıp algılamak ve yeniden canlı malzemeler haline getirmektir. Sosyal maddî hayat, burada objektif gerçeklik durumundadır. Yani, komünistler için “nesne” durumunda olan, proletaryanın kendisi değil, onun aksiyonudur.
Siyasî bilince ulaşmış komünistlerin beyninde yansıyan, proletaryanın “kendiliğinden hareketidir”. Bu hareketin komünist öncülerin bilincinden, disiplinli bir teori olarak çıkmasından ve bunun uygulanması için çalışılmasından daha tabiî ne olabilir?
Mehmet Ali Aybar, teorisinin bütün tutarsızlığını, metafizik düşüncesinin bütün ceremesini, Marksizm-Leninizm’e yükleyerek, çıkmazını giderme çareleri aramaktadır. Komünist öncülerin, proletaryayı bir insan yığını halinde ele aldıklarını ve bu yığını kaba bir şekilde, deney için materyal olarak kullandıklarını söylemektedir. Daha da ileri giderek, “insan kasapları” ve daha ne çeşit şeyler olarak ele almaktadır. Elbette ki yanılmakta ve daha vahimi, yanıltmaktadır. Sürekli reddettiği ve fakat bizzat uyguladığı “dışardan bilinçlendirme” ile, proletaryanın bilinçlenmesine set çekmektedir. Şüphesiz ki, yazar da bir bilinç taşıyıcısıdır. Fakat onun proletaryaya taşıdığı bilinç, küçük burjuva ideolojisinin yaygınlaşmasına yarayacak bir siyasetin temeli üzerine yerleştirilmiştir.
Sosyalistler için başlıca ve hatta tek görevin, proletaryanın bilinçlenmesine yardımcı olmak üzere, “sosyalist kitapları” onlara götürmek olması gerektiğini, yazarın ağzından yukarıda açıklamıştık. Gene yukarıda, yazarın bu kendi söylediklerine uymadığını da söylemiştik. Yazarımız, uzun yıllar, Türkiye İşçi Partisi (TİP) nin başında bulunmuş ve fakat hiç bir zaman, partililere Marksist edebiyatı tavsiye etmediği gibi, proletaryanın bu klâsiklerini gözlerden kaçırmaya da azamî gayreti sarf etmiştir. Meselâ, bu parti adına, Marksizm üzerine, bir tek eser bile yayınlanmamıştır. Şimdi de, başında bulunduğu Sosyalist Parti’de (SP) yaptığı, eskisinden farklı değildir. Şimdi de proleterleri, kendi kafasından çıkmış prensipler etrafında toplamaya çalışmaktadır. Proletaryanın “kendiliğinden” hareketlerine bel bağlarken, aktif bir siyasî olan yazarımız, biliyor ki bu durumda, proletarya için tek bir umut kalmaktadır. O da, dört yılda bir seçim. Tam da kendi teorisini destekler mahiyette…

PARTİ MESELESİ

– Genel Bakış –

Sınıf mücadelesinde Marks ve Engels’in izlediği yola bakarsak, yukarıda felsefî açıklamasına giriştiğimiz örgütlenme meselesine, daha fazla berraklık kazandırabiliriz.
Marks ve Engels, ihtilâlci proletarya mücadelesinin ilk şekillenmelerini yaratırken, Fransız 1789 İhtilâlini, Babeuf’ün ve Blanqui’nin gizli örgütlenmelerini ve İngiltere’deki Chartism hareketini incelediler. Marks ve Engels, 1840 yıllarından beri sürdürdükleri çalışmalarının sonucunu ilk defa, 1845’de, yeni Hegel’cilerin örgütü olan, “Doğrular Birliği”nde uygulamaya giriştiler. “Doğrular Birliği”nde sürdürdükleri ihtilâlci propaganda ve ajitasyona, şu düşünceleri temel alıyorlardı: Sosyalizm ütopyacı değil, aksine bilimsel bir ideolojidir. Amaç, komünizme ulaşmaktır. Komünizme ulaşabilmek için ise, siyasî iktidarı zor yoluyla ele geçirip, ekonomik ve sosyal devrimleri gerçekleştirmek gerekir. Bütün bunların yerine getirilmesi de, proletaryanın, burjuvaziden bağımsız bir siyasî parti olarak örgütlenmesi şartına bağlıdır. Bu düşüncelerin değer kazanıp yaygınlaşmasından sonra, Marks ve Engels, 1847 yılında, “Komünistler Birliği’nin kurulmasına önderlik etmek şerefine eriştiler. Bu siyasî birlik kendisine, burjuvazinin devrilmesini, proletaryanın hâkim siyasî iktidar haline gelebilmesini, sınıf hakimiyeti üzerine kurulmuş eski toplumun tamamen ortadan kaldırılmasını ve sınıfsız topluma, sosyal mülkiyetten başka mülkiyet tanımayan topluma geçmeyi amaç edinmişti.
1848 savaşlarında, proletaryanın bağımsız sınıf siyasetlerini yürüttükleri bu Birlik, gizliliğinin deşifre olması yüzünden, 1850 yılında açılan Kolonya Komünistleri Davası sonunda ortadan kaldırıldı. Bu Birliğin tarihî önemini gözönünde tutarak, kuruluş kongresinde alınan kararları (28) anmadan geçemeyeceğiz.
“1. Birlik’in amacı burjuvazinin devrilmesi; proletaryanın egemen sınıf katına yükseltilmesi; sınıf egemenliği üstünde eski toplumun ortadan kaldırılması ve yeni bir sınıfsız, özel mülkiyetsiz toplum kurulmasıdır.
“2. Birlikten olabilmek için zorunlu sayılan şartlar şunlardır:
a) Birlik’in amacına uygun bir yaşama biçimi ve çalışma;
b) Propagandada, gerekli enerji ve gayret;
c) Komünizmin ilkelerine katılmak;
d) Politik ya da ulusal hiç bir anti-komünist derneğe katılmamak;
e) Birlik’in kararlarına uymak;
f) Birliği ilgilendiren bütün işlerde sıkı ağızlı olmak;
g) Birlik’in kollarına oybirliği ile kabul edilmek
“3. Birlik’in bütün üyeleri birbirini kardeş saymalı ve gerektiğinde birbirlerine yardım ve kolaylık göstermelidirler.”
1850 yılında Marks ve Engels’in yazdıkları “Merkez Komitesinin Komünistler Birliğine Hitabı” (29) başlıklı bildiride, parti anlayışlarını şu şekilde ortaya koyuyorlar:
“İşçiler, özellikle de Birlik, burjuva demokratlara alkış tutan koro olmaya yine rıza göstereceklerine, resmî demokratların yanısıra işçilerin partisinin bağımsız, gizli ve genel bir örgütünü kurmaya gayret etmeli, bu örgütün her bir kesimini ve proletaryanın tutum ve çıkarlarının burjuva etkilerinden bağımsız olarak tartışılacağı işçi birliklerinin merkezi ve çekirdeği yapmalıdırlar.”
Aynı bildiriden devam edelim:
“Yeni hükümetler durumlarını belli bir ölçüde sağlama bağlar bağlamaz, işçilerle mücadeleleri başlayacaktır. Bu mücadelede demokratik küçük burjuvalara karşı gayretli bir muhalefeti yürütebilmek için herşeyden önce işçilerin bağımsız olarak birliklerde örgütlenip merkezileşmeleri gerekir. Mevcut hükümetlerin devrilmesinden sonra Merkez komitesi, mümkün olan en kısa zamanda Almanya’ya gelecek, derhal bir kongre toplayacak ve işçi birliklerinin hareketin merkezinde kurulan bir önderlik altında bir araya getirilmesi için gerekli önerileri kongreye sunacaktır.”
Marks ve Engels, “Komünist parti Manifestosu” (30)’nun “Proleterler ve Komünistler” başlığını taşıyan II.Bölümü’nde, şu görüşlere yer vermişlerdir:
“Onun için Komünistler hem, pratikte, her ülkenin işçi sınıfı partilerinin en ileri ve kararlı kesimi, bütün diğerlerinin başını çeken kesimidirler; hem de, teoride proletaryanın büyük çoğunluğu karşısında, proletarya hareketinin izlediği çizgiyi, hareketin koşullarını ve en sonunda varacağı genel sonuçları açıkça anlamalarından ileri gelen bir üstünlükleri vardır”.
Marksizm’in sınıf mücadelesinde partiye ve onun yaratıcıları olan komünistlere, yani sosyal plânda, sosyal ihtilâlin önderi olan proletaryanın “öncü”süne verdiği önem ortadadır. Komünistlerin toplumun en bilinçli kesimini oluşturduğu, Marks ve Engels tarafından en açık bir biçimde ifade edilmektedir. Proletaryanın partisinin teşkilinde, proleterlere, “özellikle de Birliğe” görev verildiği söylenirken, “öncü”ye verilen önem çok açık değil midir? “İşçi birliklerinin, hareketin merkezinde kurulan bir önderlik altında bir araya getirilmesi” cümlesi de, Lenin’in siyasî örgütlenme tarzının, Marksizm’in ta kendisi olduğu konusunda şüpheye kapılanların şüphelerini darmadağınık etmiş olmalıdır. Fakat oportünizm, Marksizm’in böyle hayatî önemi olan düşüncelerini hep görmezlikten gelir. Bir defa bile sözünü etmez. Oturur, Marksizm’i yeniden kaleme alır. Marksizm’in reddini, Lenin ve Stalin gibi, Marksizm’in en gerçek izleyicilerini hiçleyerek yerine getirmeye çalışır.
Marks ve Engels, proletarya hareketinin merkezî bir disiplin altına sokulması uğruna, büyük çabalar harcamışlardır. 1864 ile 1876 yılları arasında, Birinci Enternasyonal’ı kurmuş ve yaşatmışlardır. Bu örgütlenme içerisindeki mücadeleleri, paris proletaryasına, 1871’de Komün’ü kurmasında, değerli tecrübeler sağlamıştır.
Daha sonraları her ikisi de, ölümlerine kadar Alman Sosyal Demokrat Partisi içerisinde, proletaryanın ihtilâlci partisini yaratmanın mücadelesini vermişlerdir. Proletaryanın siyasî örgütlenmesinin pratiğini sürdürürken, bu iki komünist fliozof, siyasî örgütlenmenin teorisine dair, çok önemli bilgiler bırakmışlardır. “Komünist Parti Manifestosu”, “Gotha Programının Eleştirisi” ve “Erfurt Programının Eleştirisi” adlı broşürler, bu konudaki mektuplar, kongre kararları, Birlik tüzük ve programları, Parti tüzük ve programları, bildiriler, bunlar arasında sayılırlar.
Yirminci yüzyılın başında, proletarya hareketinin içerisinde yer bulan sapma, burjuvazinin gözdesi, revizyonist oportünizm oldu. Bunlarla hesaplaşmak, Lenin’e düştü. Lenin ve daha sonra da Stalin, Marksizm’in temel prensiplerini kendilerine rehber yaparak, proletarya üzerinde nüfuz kurmaya kalkışan bütün akımlarla mücadeleye giriştiler. 1917 İhtilâlinin, ilk “proletarya diktatoryası”nı kurmasından başka bir önemi de, Marksizm-Leninizm’in, bütün burjuva görüşlerinin hakkından gelmesi oldu. Lenin, Bernstein’a, Kautsky’ye, benzerlerine ve izleyicilerine karşı, enternasyonal plânda mücadele etti. Onların, “sosyal reformcu” karakterlerini, esaslı bir şekilde teşhir etti. Proletarya ideolojisini, burjuvazinin her türlü ideolojisine karşı, muzaffer kıldı.


– – Türkiye’de Proletarya Mücadelesi –

Türkiye’de porletarya partisinin teşkili konusunda, sabitleşmiş görüşleri olan, siyasî gruplar vardır. Bunlar, gerek siyasî anlayışları, gerekse de örgütlenme tarzları ile, sınıf mücadelesinin savaşa kadar ulaşacak olan siyasî gelişmesini tasarlayamayanlardır. Küçük ve orta burjuva aydınlarının sosyal eşitsizliği fark edip feveran göstermeleri ile ortaya çıkan bu hareketler, insancıllığın ve iyilikseverliğin verdiği bir atılımla siyaset sahnesinde boy gösterirler. Gerçekte, hem insanlığın tarihî gelişmesini kavramaktan uzaktırlar; hem de bundan dolayıdır ki, sınıf mücadeleleri sert çatışmalara döndüğünde, tutucu ve gericidirler.
Proletaryanın, sadakatı tanımamış küçük burjuva ve burjuva aydını geçici dostları; onu, bütün mücadele tarihi içerisinde ulaştığı en yüksek noktada yalnız bırakmışlardır. Yalnız bırakmayla da kalmayıp, aynı zamanda, ona yol gösteren bilimsel teoriye, düşmanlıkla saldırıya da geçmişlerdir.
1970-1971 mücadele yıllarından sonra, Marksizm-Leninizm’in sıkıca gözden geçirilmeye başlandığı ve eleştiriye tabi tutulduğu görülmüştür. Sınıf mücadelesinin karmaşık yapısını kavrayamamış, sadece kafasının içinde düşünmeye alışmış, sayısı oldukça kalabalık bir teorisyenler takımı, bu işi birbirleriyle yarışarak yapmışlardır.
Bu eleştirilerin sonucunda, proletarya hareketi içerisinde, Marksizm-Leninizm’in tarihî düşmanı revizyonist oportünizm ile, solculuk, halkçılık, Troçkizm ve benzer düşmanları da boy göstermişlerdir.
Komünistler, kendiliğinden bir harekete, 15-16 Haziran 1970 devrimci proletarya hareketine selâm durmalıdırlar. Aynı şekilde komünistler, 1970-1971 devrimci gençlik hareketine de sahip çıkmak sorumluluğunu duymalıdırlar. Ve daha o yıllarda, bunu ispatlamış olmalıdırlar.
15-16 Haziran hareketi, proleter yığınların kendiliğinden bir hareketidir ki, sönmeye mahkûmdur ve sönmüştür. Ardından gelen isyan, devrimci gençlik gruplarının isyanı şeklindedir ve yenilmeye mahkûmdur. Yenilmiştir. Birincisi, kendisine öncülük edecek bir partiden; ikincisi ise, bu partiyle birlikte, bizzat proletaryanın kendisinden mahrumdur. Fakat, Türkiye tarihinde hakim sınıflara karşı bu kadar kesin iki tavır, bu hareketlerle ilk defa ortaya çıkmış oldu. Önemlidir, değerlidir, sayısız devrimci derslerle, deneylerle doludur ve Türkiye’nin bütün sınıf mücadelesi tarihi göz önüne alındığında, içerisinde taşıdığı yiğitlik ve fedakârlık, saygı değerdir.
1970,1971 dönemi içerisinde geçen hareketlerden sora, revizyonist oportünizmi, iradeyi, yani burada, sosyalist bilinci reddeden bir hava içinde görmekteyiz. İşçi dalkavukluğuna varan bu hava, kendiliğinden gelme hareketin karşısında elpençe divan durmaya kadar gitti. Onun ekonomik grev ve direnişleri o kadar abartıldı ki, sendikalar artık bu tip kimselerin, içine besmele ile girdikleri tapınaklar haline geldi. Proletaryanın siyasî mücadelesi hatırlandığında ise, sendikalar içerisinden partiler çıkarılmaya gayret gösterildi. Kısa bir dönem, lâf canbazlığı kadar bile değeri olmayan bir teori kargaşalığı ortalığı sardı. Ekonomik analizler, başlı başına bir iş haline getirildi. Marksist-Leninist bir parti teorisinin araştırılması meselesine gelinince, üstü az ya da çok kapalı birtakım gevezeliklerle; Marksizm-Leninizm’in parti anlayışı, proletaryanın bilimsel sınıf mücadelesi ile birlikte inkâr edilerek, gözlerden uzak tutulmaya çalışıldı. En nihayet, enternasyonal revizyonizmin bütün görüntülerinin yansımaları, Türkiye’de görünmeye başladı. Bir yanda, legal parti tipiyle ve burjuvazi tarafından onaylanmış programlarıyla, revizyonizmin hâmisi Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin yörüngesinde olanlar bulunuyordu. Gene biraz farklı olarak, aynı revizyonist bünye içerisinde olan Avrupa Komünizmi’nin izinden gidenler de vardı. Öte yanda, örgüt tipi sözde illegal, dernek çalışmalarının temel alındığı, legal dergiler çevresinde toplanılan ve Çu-En-Lay Çin’i modeli, milliyetçiliği ağır, sözde Marksist-Leninist’ler bulunuyordu. Gerçekte bütün bu tipler, Marksizm-Leninizm’i suratlarına maske olarak geçirip, niyetlerini gizlemekten başka bir şey yapmamaktadırlar.
Parti meselesinin önemi, proletarya için, bütün ciddiyetiyle ele alınmak zorndadır. Şüphesiz ki, bugüne kadar en gelişkin parti örneğini, Bolşevik Partisi olarak görmekteyiz. O, incelememizin başlıca konusunu teşkil eder. Çünkü, bu partiye temel olmuş şeyler, bütün proletarya partilerinin temeli olabilecek şeylerdir. Bunun dışında, çeşitli başka partilerden de, yeni şeyler öğreneceğimiz tabiîdir. Fakat esas olarak biz, kendi şartlarımızın partisini yaratacağız. Toplumumuzun analizini bilinçli bir şekilde yaparak, sosyal mücadeledeki değerlendirmemize uygun bir biçimde, sınıf mücadelesinin kanunlarını temel alıp, proletaryanın partisini yaratacağız.
Bu öyle bir partidir ki, bir yandan proletaryanın bilimsel sosyalist mücadelesi kadar eski; bir yandan da, bu zamanda ve bu mekânda, Marksizm-Leninizm’in bir örneğini göstermesinden dolayı yepyenidir.
Bu parti, Türkiye’de proletarya mücadelesinin bütününe sahip çıkması açısından, proletaryanın bütün mücadele tarihi kadar eski ve fakat, Marksizm-Leninizm’in, yani bilimsel sosyalizmin ilk örneğini göstermesi bakımınan yepyenidir.
Bugün Türkiye’de durum, proletaryanın ihtilâlci bir partinin hasretini duyduğu bir ortam içerisindedir. Proletaryanın sayısı çok az da olsa, bilinçli unsurlarının isteği ve ihtiyacı budur! Bütün şartlar, bu isteğin proletaryanın gerçek ve haklı isteği olduğunu açığa çıkartmaktadır. Bilinçli proletarya, burjuvazi ile sınıf mücadelesinin, kendisini “zorunlu olarak proletarya diktatoryasına götüreceğini” ve bu diktatoryanın da; sınıfların kaldırılmasının ve sınıfsız toplumun kurulmasının bir aleti olduğunu idrak etmiş durumdadır. Şimdi komünistler, amacı bu olan partinin yaratılması için çalışmalıdırlar. Partilerini, içinde bulundukları şartlara göre biçimlendirmek zorunda olduklarını görebilmelidirler. Toplumun topyekûn kurtuluşunu sağlamasında yol gösterici, örgütleyici ve sevk edici parti, ihtilâlci unsurların kafalarında biçimlenmeye başladıkça, onun bir teoriye olan ihtiyacı da ortaya çıkmaktadır.
Bu parti teorisinin yaratılmasını belirleyecek olan şey, her şeyden önce, içinde bulunduğumuz toplumun sağlam bir analizine dayanır. Bu analizin doğru bir biçimde yapılması, bize proletaryanın partisini belirlemekte, Marksizm-Leninizm’in temel prensipleri ile birlikte, en büyük yardımcı olur. Burada, Türkiye’nin tahlilinde ulaşılmış sentezleri göstererek, kısa bir açıklamaya girişeceğiz.
Amaç, komünizmin ilk safhası olan, sosyalizmi kurmaktır.
Sömürenler ve sömürülenler olarak ele aldığımızda, emperyalizmi ona bağlı olarak gelişmekte olan kapitalizmi ve en gerici sistem olan toprak ağalığını, ihtilâle karşı saflarda, ihtilâlin düşmanları olarak görmemiz ve göstermemiz gerekir. Öte yandan, başta proletarya olmak üzere, yoksul köylülük ve ezilen sömürülen öteki yığınları da, ihtilâlci saflarda, hedefe doğru yürüyen sosyal güçler oarak görmemiz ve göstermemiz gerekir. Bu durumda hareket bir bütün olarak; anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-feodal bir mahiyet göstermektedir.
Proletarya ihtilâlinin görevi ise, sosyalizme geçişi sağlayacak olan rejimi kurabilmektir. Bunun için:
1. Yürürlükte olan mevcut sömürücü rejimi, toptan ortadan kaldıracaktır.
2. Kuracağı yeni rejim, sosyalist diktatörlüğün henüz ilk safhası olan, proletaryanın önderliğinde ve onun komünist partisi öncülüğünde, yoksul köylülükle birlikte yürüttüğü, bir demokratik diktatorya olacaktır. Bu rejim, şartların elverdiği en kısa zamanda, kendisi ile uzlaşmaz çelişkiler göstermeyen, proletarya diktatoryasına yerini bırakacaktır.
Zorunlu bir sonuç olan ihtilâlin, proletaryaya ve onun öncüsü partiye yüklediği sorumluluk, daha ilk andan, bir sosyal ayaklanmayı­ yönetmeye aday olması bakımından önem kazanır. Tarihî tecrübelerden öğrenmiş bulunduğu halk savaşları, kendisine emperyalizmle mücadelenin ciddiyetini kavratabilmiştir. Fakat, değişen şartlarda, proletaryanın gelişkin bir sınıf olarak ortaya çıktığı şartlarda, mücadelenin değişik biçimleri hakkında, enternasyonal anlamda da yeni olan mücadeleler keşfedecektir. Yığınları proletarya önderliğinde, çeşitli savaş biçimlerine uygun bir ayaklanmaya göre örgütleyecek olan bir parti hareketinin kendisine seçeceği metod; daha bugünden, yarının bir kopyası olarak uygulanmaya başlanacaktır.
Proletarya, ihtilâlci bir metoda sahiptir. Şartlarına uygun düşen bir ayaklanmayı hazırlarken, ekonomik, demokratik ve ideolojik mücadeleye gerekli önemi verecek ve gündelik mücadeleler içerisinde; iktidarı ele geçirmek üzere, siyasetini savaşa kadar yükseltecektir.


– – Türkiye’de Rejimin Siyasî Yapısı –

Bugün, “kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm” hüküm sürmektedir. Bu demektir ki, kapitalist sömürme mekanizması, yoğun bir sömürme eylemi içerisindedir. Zor ve şiddet, burjuva devletlerinin temel dayanakları halindedir. Ordu, polis ve bürokrasi, amansız bir sömürüyü gerçekleştirmek üzere, devamlı faaliyet içerisindedirler. Bugün devletin en gerçek anlamı ile karşı karşıyayız. Hergün daha da güçlenmezse, yıkılıp gidecek olan bir devlet ile karşı karşıyayız. Burjuvazi elbette ki, her gün yeniden ve daha genişletilmiş bir üretimi gerçekleştirebilmek için, azamî derecede sömürmeye çalışacaktır. Hem de durup da “kendi mezar kazıcısını” bizzat yarattığını bile düşünmeye fırsat bulamadan. İşte bunun içindir ki, burjuva devlet, geliştirilmek ve yenileştirilmek zorundadır. Bu durumda devlet mekanizması, her zaman gözden geçirilip bir çok parçalar değiştirilir, bir çok yeni parçalar da eklenilir.
Şu anda Türkiye’de, ordu, polis ve bürokrasi; baskı olarak, devletin bütün öteki kurumlarına hakim durumdadırlar. Artık temsil kurumlarının, burjuva demokrasisi için geçerli olabileceği aktif durum ortadan silinmeye yüz tutmuştur. Burjuvazinin onur kaynağı parlamentonun, beş paralık değeri kalmış değildir. Hatırlayacağımız gibi, 1971 de, faşist askerî darbe dönemlerinde, emperyalizme bağımlı burjuva devletinin generalleri, Meclis karar salonlarında, gayri-resmî denetçiler olarak baş köşelere yerleşmişlerdi. Devlet yönetiminin ipleri, burjuvazinin siyasî menajerleri ile teknokratların ellerine verilmişti. Sıkı yönetim gibi tam tarafgir yönetimlerle, aynı ölçüde tarafgir mahkemeler kurulmuştur. Terör, kan ve zulüm, burjuva demokrasininin sembolü haline gelmiştir. Yoksul halk yığınlarının demokrasiye olan hasreti arttıkça ve bu yolda mücadeleye giriştikçe, emperyalizme bağımlı burjuva devlet, daha da gericileşmekte ve giderek, demokrasinin son kalıntılarına da var gücüyle saldırmaya devam etmektedir. Jandarma ve polis, bölgeler çapında merkezileşmekte, dolayısıyla da, baskı unsuru olarak güçlendirilmektedir. Sık sık başvurulan “sıkı” ve “olağanüstü” yönetimlerde, ekonomik ve sosyal organizasyon, esas olarak terör kurumlarının ellerine geçmektedir.
Ordu, polis, mahkemeler ve cezaevleri, şimdi neredeyse tam hükümrandırlar. Türkiye’de, yarım yüzyıldan fazla geçmişe sahip burjuva rejiminin sonu gelmek üzeredir. Türkiye’nin emperyalizme bağımlı kapitalist gelişmesi, tarihî istikrarsızlığının kendisini getirdiği ölüm noktasına varmak üzeredir. Bu rejim, bugün artık faşizmin yüksek aşamalarına doğru hızla yola koyulmuştur. Gericidir, gaddardır, insanlıkla hiç bir ilişkisi kalmamıştır. Bugün, faşizmden geriye doğru bir dönüş söz konusu değildir. Nasıl ki genel gelişmesi içerisinde, kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür; bu aynı zamanda, kapitalizmin siyasî bakımdan, had safhada gericileşmesi demektir.
Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm” (31) adlı eserinin, “Emperyalizm Kapitalizmin Özel Bir Safhası” bölümünde, Kautsky’nin emperyalizmi siyasî tarifinin, “Emperyalizm, ilhaklar peşinde koşar.” şekliyle “çok eksik” olduğunu belirterek, şöyle der:
“Çünkü emperyalizm, genel olarak şiddete ve gericiliğe başvurma eğilimidir.”
Tekelcileşen ve sistem içerisinde tekelciliğin kanunlarını yürüten kapitalizm, emperyalist bir hüviyete büründükten beri, gelişmenin her alanında gericileşir. Lenin, yukarıda adı geçen eserinin “Sermaye İhracı” (32) başlığını taşıyan bölümünde de şu düşünceye yer verir:
“Malî sermaye tekeller çağını yaratmış bulunuyor ve tekeller her yere tekelci ilkeleri sokuyorlar.”
Emperyalizm, sömürdüğü ülkelere sermaye ihraç ederken, oralarda kendi siyasî yapısını belirleyen tekelci kapitalist devlet veya malî oligarşinin hayat unsurları olabilecek, sürekli denetim altında tuttuğu devlet modellerini de yaratır. Bu, mevcut durumuyla Türkiye’de emperyalizme bağımlı kapitalist devlet şeklinde görülmektedir.
Türkiye’de kapitalizmin gelişimini, emperyalizmin doğuşu tarihi olarak ele almak ve emperyalizm tarafından sömürülen ülkelerin gelişim tarihi içerisinde değerlendirmek doğru olur. Böyle ülkelerde kapitalist devlet, doğduğu andan itibaren, faşist temayülleri olan ve kısa zamanda bu temayüllerini gerçeğe çeviren bir devlettir. Esas olarak o, kapitalizmin gerici bir aşaması olan emperyalizm döneminde doğmuş olmasından dolayı, burjuvazinin tarihî ilericiliğini hiç bir zaman yaşayamadan ölmek bahtsızlığı içerisindedir. Bu yüzden de, emperyalist sistemin bir parçası olarak Türkiye’de devlet, iflâh olmaz derecede gericidir. Üretim güçlerini geliştirmedeki yeteneksizliği, bütün olarak her zaman emperyalizmin vesayetinde olmak mecburiyeti ve artık millî olabilmek imkânlarının bulunmayışı, bu devleti yaşamak pahasına zorba, gaddar ve alçak kılmaktadır. Her türlü ilerici gelişmenin hem enternasyonal, hem de millî sınırlar içerisinde karşısındadır. Hele ki devrimci gelişmelerin en candan düşmanıdır.
Türkiye’de gelişme gösteren emperyalizme bağımlı kapitalizm, gerek üretici güçlerin serbestçe gelişmesini sağlayamaması, gerekse de şahsiyetsiz, korkak ve güvensiz olmasından dolayı, kendinden önceki üretim ilişkilerini tasfiye edebilmiş değildir. Ve hâlâ bu toprak ağalarını, kendisine siyasî ittifakçı olarak seçebilmektedir. Şüphesiz ki, üretim ilişkilerinin hakimi ve belirleyicisi, emperyalizme bağımlı kapitalizmdir. Bu kapitalizm, serbest rekabet döneminin sona erdiği ve tekellerin malî sermaye ve malî oligarşi haline gelip; üretim mekanizmasına tam hakim olduğu, emeğin enternasyonal sömürüsünün gerçekleştiği bir dönemin ürünüdür. Bu yüzden de bu kapitalizm, emperyalizmin ekonomik siyaseti doğrultusunda yaşamak zorunda bırakılmıştır. Devletini de gene, emperyalizmin siyasî yapısına uydurmuştur.
Her türlü araç ve gereciyle ve disiplin tarzları ile, emperyalizme bağımlı bir ordu bulunmaktadır. Emperyalizme bağımlılığı ölçüsünde, bu ordu güçlü ve militarist karakterlidir. Yani bu ordu, NATO’nun emrinde iken, önemli bir ordudur. Anti-komünist ve militarist niteliğiyle, esas olarak bir saldırı ordusudur. Emperyalizmin esiri bu ordu, komşu halklara saldırmakta tereddüt etmeyecek kadar; kendi halkını bile süngüden geçirecek kadar, gözü dönmüş bir ordudur. NATO içerisinde, emperyalizme esir olacağına dair yeminler etmiş bu ordu profesyonel general ve yüksek rütbeli subaylar tarafından yönetilmektedir. İçeride, başta proletarya olmak üzere, yoksul halkın düşmanıdır. Her bir yanıyla gayri-millî olan bu ordu, azınlık durumuna düşürülmüş veya hiç var sayılmamış milliyetlere karşı – özellikle Kürt’ler – zalimdir. Bu özellikleriyle de bu ordu, emperyalizme bağımlı burjuva hükümetlerin emri altında, burjuva sınıfının ordusudur. Türk Ordusu, NATO içerisinde bulunmakla, ABD emperyalistlerinin ve onun ordusunun da tam kontrolu altında bulunmaktadır. Kore’ye ABD’nin buyruğu ile, emperyalist işgal ordularının emri altında savaşmak üzere asker sevketmeleri, bunun çok iyi örneklerinden birisidir. Gene bu Türk Ordusunun, Türk devleti ile birlikte, emperyalizme nasıl teslim olduğunun çok açık delillerinden birisi de, ABD emperyalistlerinin ülke içerisinde, birçok nükleer üs’e sahip olmaları olarak gösterilebilir.
Parlamento, hemen sadece emperyalizme bağımlı sömürücü sınıfların temsilcileri ile doldurulmuştur. Anti-emperyalist, demokrat nitelikte parlamento üyelerinin sayısı birkaçı geçmez. Fakat, 600 kişilik bu parlamentoda, bir tek sosyalist temsilci bile yoktur. Aslında, yasama görevi ile yükümlü parlamento, işleyişi itibarıyla, yürütme görevi ile yükümlü hükümetin güdümündedir. Burjuva liberal anlayışının bir ürünü olarak parlamento, kendisini demokrasinin bir kanıtı olarak muhafaza etmekte ve dört yılda bir yapılan sözde halk seçimleriyle, halkın gözlerini boyamaktadır.
Belki sınıf olarak sadece burjuvazi olsa idi, parlamento kendi meselelerine çözüm getirebilmek yolunda, iyi bir forum olabilirdi. Fakat demokrasi, sınıflı toplumun bir kurumudur. Ve elbette ki, proletarya ve yoksul yığınların bulunduğu bir toplumda, parlamentoda sadece burjuvaların ve toprak ağaları gibi gerici unsurların bulunması, parlamentoya gayrı-ciddî bir görünüm kazandırmaktadır. Aynı zamanda da, gelişmenin karşısındaki her türlü kanun koyucusu sıfatıyla, faşist niteliğini saklı tutarak.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ordusu, polisi, parlamentosu, hükümetleri, mahkemeleri, cezaevleri ve bu mekanizmayı çalıştıran bürokrasisi ile; yoksul halkın zaten zor olan hayat şartlarının bir kat daha zorlaşmasının bir ifadesidir. Bu devlet, son derecede pahalı bir devlet olup, yoksul halkın sırtından geçinmekte ve onu sömürmektedir.
Bu devlette hukuk, sömüren ve sömürülenin ilişkilerini, sömüren sınıfın çıkarına göre düzenleyen; özel mülkiyet esasından hareket ederek, her bir şeyi birey açısından değerlendiren, kalp, bağnaz ve dolayısıyla had safhada gerici bir mantığa sahiptir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tam mânâsıyla bir devlet, bir zor ve şiddet devletidir. Tam mânâsıyla “hakim sömürücü sınıfların bir baskı aracıdır.” Sosyal hayatta, daha üretim ilişkilerinden başlayarak, tam bir anarşi hüküm sürmekte ve devlet, bunun karşısında bütün gücüne rağmen aciz kalmaktadır.
Görülüyor ki, proletaryanın ve yoksul yığınların bir tek kurtuluş yolu vardır. Bu da, hedef olarak bu faşist devleti görmek ve onu yıkarak, yerine yeni bir devleti, proletarya ve yoksul köylülerin devletini kurmaktır.


– – Mekanizma Nasıl Kurulmalıdır? –

Açıkça diyebilmeliyiz ki, partimizin temeli, azamî programımıza uygun bir biçimde atılmalıdır. Bize bunu, tespit ettiğimiz amacımız, hedefimiz ve metodumuz sağlayabilir. Bu aynı zamanda bize, partimizin bütün programını tespitte de, esaslı bir kaynak teşkil eder. Bugün sınıf çelişkilerinin ulaştığı nokta, toplumumuzda kimi zaman gizli, kimi zamanlarda da açık bir şekilde yürüyen bir savaşın bir çok görüntüsünü sunmaktadır. Çağın bütün bunalımlarını üzerinde hisseden Türkiye Cumhuriyeti Devleti, karşı-devrimci bir savaşı açmıştır bile. Devlette en sorumlu durumda bulunan burjuva siyasetçilerinin ağzından, “iç savaş” nakaratı eksik olmamaktadır. Bu propaganda sayesinde, “barış havarisi” revizyonist unsurları da yanlarına çeken hakim sınıflar; proletaryanın ve halkın devrimci örgütlenmesine darbeler indirmektedirler. Sömürücü sınıflar, kendi lehlerine olarak, mücadeleyi en sert biçimde sürdürmelerine rağmen, “kardeş kavgası” propagandasını dillerinden düşürmemektedirler. Bu mücadelede, burjuvazi baskın çıkmaktadır. Çünkü proletarya, yoksul halk yığınlarını örgütleyerek, zaferi sağlayacak olan birikimi yaratabilecek partiden mahrumdur.
Meselenin önemi açıktır. Parti, proletaryanın ve çıkarları bu sınıfa bağlı yoksulların, esası siyasî olan mücadelesine, bu siyasetin savaşa kadar ulaşacağını hesap ederek; gerek örgütlenmede, gerekse de yol gösterip yönetmede öncülük edecektir. Proletaryanın bilinç bakımından en ileri kesiminin ifadesi olan parti, bütün sınıfın ve yoksulların kaderlerini yönlendirmekte bu sorumluluğu yüklenirken, her şeyden önce sürekliliği sağlamak zorundadır. Proletaryanın sınıf mücadelesi, gerçek bir mücadele haline döndüğünden itibaren, burjuvazi tarafından, “kanun dışı” olarak ilân edilmiştir. Ve bu gayet tabiî bir şeydir. Böyle olunca, aynı derecede tabiî bir ikinci şey de, partinin “gizliliği” konusudur. Bu durumda sürekliliğin esası, başta merkez olmak üzere, bunun çevresinde toplanan ve toplamı bir müfrezeyi oluşturan parti çekirdeğinin sağlam tutulmasına bağlıdır.
Lenin, “Nereden Başlamalı?” (32) “Bir Yoldaşa Mektup” (33) ve “Ne Yapmalı?” (35) adlı kitaplarında, sonradan doğruluğunu pratikte ispat ettiği, evrensel geçerliliği olan parti teorisini yaratmıştır. Lenin, evrensel değerdeki şu tespitleri ortaya çıkarmıştır:
– İhtilâli gerçekleştirmek için, sağlam bir önderler örgütü olmalıdır.
– Yığınların kendiliğinden mücadelesi başladığı andan itibaren, partiye olan ihtiyacı da artmıştır.
– Parti, profesyonel olarak ihtilâlci faaliyette bulunan kimselerden meydana getirilmelidir.
– Partinin yığınları kucaklayabilmesi, onun başarılı olabilmesine bağlıdır.
Lenin, partinin iki kısımdan meydana gelmesi gerektiğini söylemekte ve birinci kısımda, asgari teorik bilgiye, siyasî tecrübeye, örgütlenme pratiğine, siyasî polisle mücadele etme yeteneğine sahip; profesyonel bilinçli proleterlerin bulunması zorunluluğuna dikkati çekmektedir.
İkinci kısımda ise, yoksul yığınların sevgisini, güvenini ve desteğini sağlamayı kendisine amaç edinmiş, geniş bir mahallî örgütler ağının kurulmasını işaret etmiştir.
Lenin, “Ne Yapmalı?” (34) adlı ünlü eserinin “Yeraltı Örgütü ve Demokratizm” başlıklı bölümünde, “kendiliğindenci” proletarya düşmanlarına karşı, şöyle seslenmektedir:
“… Çünkü mücadele, güçlü bir ihtilâlciler örgütü tarafından yönetilmediği süerce, o proletaryanın kendiliğinden – gelme mücadelesi, hiç bir zaman onun gerçek “sınıf mücadelesi” olmayacaktır.”
Parti yapısı konusunda meseleye bakarken, Marksizm – Leninizm’in amaçtaki ve mücadele metodundaki evrensel prensiplerini nasıl kendimize temel aldıysak; biçimdeki evrensel prensiplerini de, kendimize temel olarak alacağız. Bu konuda, daha ilk gerçek komünist örgütü olan “Komünistler birliği”nin, “bağımsız, gizli ve genel bir örgütlenmesi” evrensel prensibine, peşin olarak sahip çıkacağız. Lenin’in, Bolşevik Partisi’nin temel prensiplerinin en önemlisi olarak, “bağımsızlığı, gizliliği ve genelliği” alması, özle birlikte biçimin de evrensel yapıda olduğunu görebilmesinden başka bir şey değildir.
Lenin, parti konusunda da, tam tamına, Marksizm’in teorisini ve pratiğini kendisine rehber almıştır. Partiyi yaratan öz, “sınıf siyaseti”dir. Dolayısıyla bu parti, proletaryanın sınıf siyasetini yürüten bir mekanizmadan başka bir şey değildir. Bu mekanizmayla o, bütün öteki sınıflardan “bağımsız” bir sınıf siyaseti yürütebilecektir. Proletaryanın “bağımsız” sınıf siyaseti, amacı olan komünizmi yaratana kadar, gerçek bir mücadeleyi; hiç bir zaman diğer sınıfla uzlaşmayan bir mücadeleyi ifade etmekten başka bir şey değildir.
Bu parti, amacına ulaşabilmek için, proletarya önderliğinde bir ihtilâlin, tek yol olduğu bilinci içerisindedir. İhtilâl, düzenin hakimlerine karşı yürütülecektir. O halde bu parti sınıf düşmanlarına karşı kendisini korumak ve bunun için de, faaliyetlerini yürütebilecek derecede “gizli” olmak zorundadır. Bu, tarihin bütün dönemleri için böyledir. Köleciliğe karşı kölelerin, feodalizme karşı serflerin ve burjuvaziye karşı proletaryanın temel mücadele biçimi; hep böyle gizli örgütlenmeye dayandırılmıştır. Proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü mücadele, daha burjuvazinin demokrat sayıldığı ilk dönemlerinde bile, bu yolu izlemek zorunda kalmıştır. Bu gizli “biçim”, partinin ihtilâlci özünün, gerçekçi bir yansıması olarak değerlendirilmelidir.
Proletarya partisi, en geniş halk yığınlarına dayanarak mücadelede başarıya ulaşabileceğini bildiği için, “genel” bir örgütlenmeyi ve dolayısıyla bütünü aynı amaca ve hedefe doğru yönelten, ilişkileri ve birliği düzenleyen, disiplini sağlayan bir “merkezi” yapıyı kendisine seçmiş olmaktadır.
Bunlar, proletaryanın öz örgütü olan her komünist partinin, “öz”de ve “biçim”de kendisine temel alacağı prensiplerdir. Bunları gözetmemek, aynı zamanda, Marksizm’in sınıf mücadeleleri tarihinden çıkarıp tespit ettiği temel kanunları reddetmekle eş anlamlıdır.
Proletaryanın “bağımsız, gizli ve merkezî” bir örgütünü yaratmanın şartları, proletaryanın büyümesi, sınıf çelişkilerinin derinleşmesi ve proletaryanın kendiliğinden hareketlerinin ortaya çıkmasıyla, hazır durumdadır. Rejimin siyasî yapısını kavrayabilmiş her kişinin ulaşacağı mutlak sonuç, iki sınıf arasında süren siyasî mücadelenin, kendisine uygun çelişkiler çerçevesinde gelişeceğinin bilincinde olabilmektir.
Bugün asıl tartışılması gereken konunun, gerçek bir proletarya partisinin yaratılması olduğundan, zerre kadar şüphemiz yoktur. Gerçi, kendisini bu şartlar içerisinde mücadele edermiş gibi gösteren, fakat hiç de böyle olmayan, küçük burjuva karakterli siyasî gruplar vardır. Hele, hâkim sınıflarla iç içe bulunmaktan başka bir amacı olmayan, Sovyetler Birliğinin revizyonist partisinin himayesindeki “TKP”, sanılmasın ki Marksist-Lenininst anlamda bir parti teşkilatlanmasına sahiptir. Bunların kanundışı sayılmaları, sadece ve sadece; Sovyetler Birliği’ne bağımlılıkları, komünist adının kanunlara aykırılığı ve bir de kişisel durumlarından dolayıdır. Sosyalizmi düşünmeyen, sınıflar arasında bir uzlaşmayı savunan bu siyasî grup, elbette ki ihtilâlci bir parti mekanizmasına sahip bulunmayacaktır. Dolayısıyla da, ne proletarya bu mekanizma içerisinde aktif bir rol alabilecek; ne de en geniş halk yığınları, komünist siyasetin içine çekilebilecektir. Bu parti yönetiminde, proleter merkeziyetçilikten söz edilemeyeceği gibi, tam aksi olan bürokratik yönetimden, yani burjuva merkeziyetçilikten rahatça söz edilebilinecektir.
Proletarya mücadelesinin Marksist anlayışı, enternasyonalizmi temel alır. Yukarıdaki paragrafta sözünü ettiğimiz revizyonist grubun karşısında olan ve gene aynı derecede enternasyonalizmi istismar eden diğer bazı siyasî gruplar da oportünizm konusuda, bu gruptan hiç de aşağı kalmamaktadırlar. Proletarya enternasyonalizmi maskesi altında, emperyalizmle uzlaşan Çu-En-Lay ve haleflerine yardakçılık etmektedirler. Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyasî tahlillerinden çıkardıkları yanlış sonuçlar, onları proletarya ihtilâlinden tamamen uzaklaştırmakta ve dolayısıyla da, sağlam bir parti anlayışından uzak bulunmaktadırlar.
Türkiye komünistleri, en zor olanı başarmak zorundadırlar. Kısa vadeli hesaplar ve kolay yolculuk uğruna, asıl hedefi şaşırmamak zorundadırlar. Proletaryanın ve bütün yoksul yığınların kurtuluşunun ancak ve ancak, proletaryanın ihtilâlci siyasetini yürütebilecek gerçek bir komünist partinin yaratılmasında olduğunu görmek zorundadırlar.
Şimdi biz iddia ediyoruz ki, Türkiye’de gerçek bir komünist partisi yoktur. Mevcut örgütlenmeler, sürekliliği sağlayabilme yeteneğinden mahrumdurlar. Proletarya adına ortalığa çıkmış bütün geçmiş hareketler içinde, ciddî bir örgütlenme olmadığı içindir ki; düzenin hâkimleri her seferinde hareketi neredeyse eskisinden eser bırakmayacak derecede yok edebilmişlerdir. Bu tip örgütlenmeler, ideolojilerinin proleter olmaması nedeniyle, her zaman zaafa uğramaktadırlar. En son 1971 faşist darbesi, bunun en iyi örneklerinden birisidir. Araya birkaç yıllık bir ideolojik boşluk ve bir çaresizlik dönemi girmiş bulunmaktadır. Şimdi bile, kendilerini komünist örgüt sanan bir çok örgütün yaptığı, küçük burjuvaların fırsatçı ve hayalci siyasetlerinin kuyruğuna takılmak; proletarya ve yoksul yığınları, bunların kucağına terketmekten ibarettir.
Gene iddia ediyoruz ki, proletarya partisinin görevi, her dönemde hiç kesintiye uğramaksızın; proletaryanın ekonomik, ideolojik ve siyasî mücadelesini yürütmek olmalıdır. Yoksa burjuvazinin faşist karakterini görmeyerek, onun sanki dönem dönem hayvanî krizlere yakalandığından yakınmak ve çaresizliği haklı bir gerekçe gibi göstermek boşunadır. Mücadeleyi her dönemde yürütebilmenin en esaslı şartı, hiç şüphe edilmesin ki, proletaryanın güçlü bir ihtilâlciler örgütüne sahip olmasıyla açıklanabiir. Bugün siyasî gruplarımız, ideolojik ve siyasî mücadelelerine ve örgütlenmelerine, legal gazeteleri temel almışlardır. Bu çerçeve içerisindeki örgütlenmeler, ne yazık ki ancak bu gazetelerin çıkabileceği süre içerisinde geçerliliğini koruyabilecektir. Bunların gerçek örgütlenmeler olmadığı, açıkça ortadadır. Şu sebeple ki, bu gazetelerin örgütlediğini var saydığımız kesimler, örgütlenme adına hiç bir kişisel yeteneği veya gayreti göstermemektedirler. Bu kişisel gayretin, bir ötekine yansıması gibi bir olay da söz konusu değildir. Ayrıca, ideolojinin ve siyasetin her hangi bir ölçüde de olsa, burjuva kanunlarına tabi olduğu da gözden uzak tutulamaz.
Bir gazete şüphesiz, vaz geçilemez temel bir mücadele ve örgütlenme aracıdır. Fakat bizim düşündüğümüz gazetenin muhtevası ve buna bağlı olarak biçimi, mevcutlardan tamamen farklıdır. Biz bu gazeteyi, ihtilâlci mücadelemizin bir eseri olarak görmekte ve bu temele uygun olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Böyle bir gazete, illegal temelde örgütlenen bir parti hareketine uygun olarak, illegal bir şekilde gerçekleştirilmek gerekir.
Parti, “proletaryanın en yüksek derecede örgütlenmesinin bir ifadesidir” derken, bunun, proletaryanın sosyalist bilinçle donanmış kesimlerinden oluşmuş bir örgütlenme anlamına geleceğini tekrar etmekte fayda görmekteyiz. Bu nedenle de, proletarya dışında örgütlenmeye çalışan birtakım aydın gruplarının, kendilerini proletarya partisi olarak görmelerinin kesinlikle karşısındayız. Ancak ve ancak, proleter sosyalist unsurlarla birlikte, fabrikaları siyasî bakımdan örgütleyebilecek bir makinayı kurmaya yönelmiş siyasileri, gerçek komünist hareketin öncüleri sayarız.


– – Bitirirken Bir Kaç Not –

Sınıf düşmanlarımıza karşı uyanık ve güçlü olmak zorundayız. Mücadelemizi hiçbir zaman kesintiye uğratmamak zorundayız. Bugün, proletarya içerisinde gerçekten sınıf mücadelesinin bilincinde olan ihtilâlci unsurlar vardır. Bugün, profesyonelleşme yolunda gayretli, birçok ihtilâlci unsur vardır. Bunlar, fabrikaları ihtilâlci bir harekete uygun biçimde örgütleyeblimek için, sadece ve sadee siyasî bir yol göstericiye ihtiyaç duymaktadırlar. Günümüzün bu çok acil görevi için, en küçük birimde de olsa, merkezîleşmeye yönelmek zorunluluğumuz vardır. Aksi halde, bütün iyi niyetli çabalarımız boşuna olacaktır. Türkiye’de, hareketin önemli bir zaafı vardır. Bu da yaratıcı bir ruha sahip olamamasıdır. Elbette ki bunun sebebi de, bilgi ve örgütlenme noksanlığında aranmalıdır. Türkiye’de Marksizm’in bilimsel bir teori olarak kavranılabilmesinin tarihi henüz çok yenidir. Geçmişin bu yönde bizlere bıraktığı, hemen hiç denecek kadar azdır. Eskinin bilgisizliğinden cesaret alarak, bir çok cüretkârane çıkışlar yapılmaktadır. Marksizm-Leninizm’e yöneltilen saldırıları göğüsleyebilecek yetenekte değiliz. Ağızdan kapma sözlerle, sığda kalmış incelemelerle karşı durduğumuzu, Marksizm-Leninizm’i koruduğumuzu sanmaktayız. Bunu iyi değerlendiren burjuva unsurlar, proletaryanın içine sızabilmekte ve hatta, rahatça proletaryayı devrimci gelişmesinden ters yönlere döndürebilmektedirler. Burjuva ideolojisi çeşitli biçimlerde proletarya üzerindeki hakimiyetini sürdürebilmektedir. Kendimize gelmek zorundayız.
Emperyalizmle, ona bağımlı burjuvaziyle ve toprak ağalarıyla mücadelemizi sağlam temellere oturtabilmek ve zafere ulaşabilmek için, “Sosyalizm için Bağımsızlık ve Demokrasi” mücadelemizi sürdürebilmek için; bugünkü devrimci sloganımızı, “Marksist-Leninist yeni bir Parti” olarak belirtmemiz gerekmektedir. İhtilâlci parti anlayışımızın propagandası ve ajitasyonu, en önemli görevimizdir.
Gizli broşür ve bildirilerle, sürekli olarak bunu yaygınlaştırıp, proletarya içerisindeki komünist unsurlarla kaynaşmayı, tek çıkış yolu olarak görmemiz gerekir. Meseleyi bu yönden saptıranlarla mücadelemizde bilgili bir gayret içine girmeden, proletaryanın ve yoksul yığınların kurtuluşunun umudu olan partiyi yaratamayacağımızın bilincinde olmalı ve çeşitli sapmış akımları taklitten kaçınmalıyız.
Hareketin şu iki eğiliminden de kendimizi sakınmalıyız:
1. Proletaryanın mevcut bilincine boyun eğerek, ekonomizm ölçüsünde ona yaklaşmamalıyız. “TKP” ve benzerleri gibi (Buna, soldaki bütün resmî partilerimiz dahildir.)
2. Öğrenci gençliğe, sadece ajitasyon değeri olan sloganlarla hitap edip, sağladığımız geçici birikimlerle, proletaryanın partisi olduğumuzu sanmamalıyız. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi (THKPC), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) ve benzerleri gibi.
Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) gibi ucubeleri de unutmamalıyız.
Kasım – 1976
Kaynak Kitaplar
1. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.EngelsÖncü Kitabevi Yayınları – Nisan 1971 (Sa. 54-55)(Alman İdeolojisinden Parçalar)
2. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Komünist Partisi Manifestosu) (Sa.120)
3. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Komünist Partisi Manifestosu) (Sa.144)
4. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Komünist Partisi Manifestosu) (Sa.148-149)
5. Felsefenin Sefaleti: K.MarxSol Yayınları – Nisan 1975 (Sa.183)
6. Devlet ve İhtilâl: V.İ.LeninBilim ve Sosyalizm Yayınları – Mart 1976
7. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi: K.Marx – F.EngelsSol Yayınları – Mayıs 1976 (Sa.144)(Gotha Programının Eleştirisi: Lenin)
8. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin kökeni: F.EngelsSol Yayınları – Kasım 1969 (Sa.244)
9. Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850: K.MarxSol Yayınları – Şubat 1976 (Sa.64)
10. Felsefe İncelemeleri: K.Marx – F.EngelsSol Yayınları – Aralık 1975 (Sa.169)
11. Kugelmann’a Mektuplar: K.MarxKöz Yayınları – Nisan 1975 (Sa.158)
12. Anti-Dühring: F.EngelsSol Yayınları – Mart 1975 (417-418)
13. Louis Bonaparte’ın Darbesi: K.Marxİzlem Yayınları – Mart 1967 (Sa.109)
14. Fransa’da İç Savaş: K.MarxKöz Yayınları – Ocak 1976 (Sa.73-74)(Enternasyonal Emekçiler Derneği Genel Kurulunun 1871 Fransız İç Savaşı Üzerine Hitabı)
15. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Komünist Partisi Manifestosu) (Sa.90)
16. Devlet ve İhtilâl: V.İ.Lenin(Sa.30-31)
17. Son Yazılar: 1950-1953: J.StalinBilim ve Sosyalizm yayınları – Mart 1976 (Sa.91)
18. Fransa’da İç Savaş: K.Marx(Sa.69)
19. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi: K.Marx – F.engels(Alman İşçi Partisi Programının Kear Notları – K.Marx) (Sa.41)
20. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi: K.Marx – F.Engels(Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları: K.Marx) (Sa.31)
21. Materyalizm ve Ampiriokritisizm: V.İ.LeninÇağrı Yayınevi – Mayıs 1975 (Sa.146)(Birinci Kitap)
22. Ne Yapmalı: V.İ.LeninSol Yayınları – Kasım 1968 (Sa.40)
23. Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu: F.EngelsSol Yayınları – Ocak 1976 (Sa.27)
24. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı: K.MarxSol yayınları – Kasım 1974 (S.23)
25. Kapital – Birinci Cilt: K.MarxSol Yayınları – Temmuz 1975 (Sa.26)
26. Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu: F.Engels(Sol Yayınları – Ocak 1976) (Sa.25)
27. Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu: F.Engels(Feuerbach Üzerine Tezler) (Sa.70)
28. Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi: Max BeerMay Yayınları – 1974 (Sa.567)(Komünistler Birliği Kuruluş Yasası ve Tüzüğü)
29. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Merkez Komitesinin Komünistler Birliğine Hitabı’ndan Parça (Sa.158-Sa.161)
30. Politika ve Felsefe: K.Marx – F.Engels(Komünist Partisi Manifestosu) (Sa.122)
31. Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyaizm: V.İ.leninSol Yayınları – Kasım 1965 (Sa.121)
32. Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm: V.İ.Lenin (Sa.80)
33. Nereden Başlamalı? – Bir Yoldaşa Mektup – Devrimci Maceracılık: V.İ.Lenin Odak Yayınları – 1975Ne Yapmalı? – V.İ.Lenin (Sa.167)